Truman Sendromu - Rol Yapma (Karakter yansıtamamak)




“Karakterinizi, kimse sizi izlemediğinde yaptıklarınız belirler.”

Amerikalı yazar Jackson Brown’ın sözleri bunlar.

Biraz üzerinde düşündüğünüzde aslında altında hem sosyolojik hem de psikolojik birçok anlam barındıran, toplumda gördüğümüz ya da görmediğimiz birçok yanlışın altında yatan bir olguyu ortaya koyuyor bu söz. “Kimse sizi izlemezken ne yapıyorsunuz?”


Bir düşünün. Etrafta polis yokken, yol boşken kırmızı da geçiyor musunuz mesela? Ya da şöyle sağa sola bakıp kimseler olmadığından emin olduktan sonra elinizdeki çöpü yere bırakıveriyor musunuz? Yahut. Ücra bir yerde piknik yaptınız ailenizle. Kimse de yok. Ayıplayacak, ceza yazacak. Tüm pisliğinizi bırakıp gidiyor musunuz?

İnsanın ahlak anlayışı ile ilgili birçok şey anlatan bu “değer algısı” aslında antik hikayelerde de karşımıza çıkıyor.

Platon Devlet kitabında abisi Glaukon üzerinden anlattığı Gyges’in Yüzüğü isimli hikayesinde sahibine görünmezlik gücü bahşeden bir yüzükten bahsediyor. Gyges isimli bir çoban bir gün bir kasırga sonrasında düştüğü bir çukurda bulduğu bir ölünün parmağında bir yüzük bulur. Yüzüğün gücünden habersiz bir şekilde her zaman olduğu gibi tüm çobanlarla birlikte krala hesap vermeye gider. Lidya kralının huzurundayken parmağındaki yüzüğün taşı ile oynamaya başlar. Tam bu anda birden görünmez oluverir. Sağa çevirince görünüyor, sola çevirince görünmez oluyordu. Gyges bulduğu gizemli yüzüğün gücünü herkesin şaşkın bakışları arasında keşfetmiştir artık. Bunun üzerine görünmez olarak saraya girer, önce sarayda kraliçeyi baştan çıkartır, onun yardımıyla da kralı öldürüp yerine geçer. Çoban Gyges artık Lidya’nın kralıdır.

Hikayeyi anlatan Glaukon sonuç olarak bu tip bir güce sahip olabilecek kişilerle ilgili şu kötümser çıkarımı yapar: “Bunlar her istediklerini korkmadan alacaklar, evlere girip gönüllerinin hoşlandığı kimselerle düşüp kalkacaklar, canları kimi isterse öldürecek, kimi isterse hapisten kurtaracak tıpkı bir Tanrı gibi dilediklerini yapacaklar”

Daha da ileri giderek ona göre insanların ahlaklı ve doğru davranmasının tek nedeni ayıplanma ve ceza korkusudur. Aksi halde tanrıcılık oynamaktan asla geri durmayacaklardır. Kötü niyetli bir tanrıyı.

Daha çağdaş bir örneğini Yüzüklerin Efendisinde Gollum’un hikayesinde de gördüğümüz bu olguyu bugüne uyarlayarak biraz farklı bir açıdan ele almak istiyorum.

Sosyal medya ve artık her adımda bulunan kameralar ile birlikte sanki Gyges’in Yüzüğünün bir versiyonunu takıyoruz gibi. Ama bu sefer bu yüzük bizi herkese görünür kılıyor. Saklanma ihtimalimiz yok. Gelip geçenin göz attığı bir vitrindeymişiz gibi. Yani. Artık bilmeyen yoktur. Dijital çağda sürekli arkamızda “cookieler” bırakıyoruz. Web sayfalarında bizden izin vermemizi istedikleri o kurabiyeler. Hansel ve Gretel hikayesindeki gibi. Takip edebilmeleri için bıraktıklarımız. Sadece online aktivitelerimiz değil. CCTV’ler ve sürekli elindeki telefonlarla her şeyi ve herkesi kaydeden insanlar yüzünden gerçekten kayıt dışı hiçbir şey kalmadı gibi.

Elbette henüz tam olarak George Orwell’in 1984’ünde değiliz. Her anımızın, evimizdeki halimizin dahi kaydedildiği bir durum söz konusu değil. Fakat o kadar teknoloji ile iç içe olmaya başladık ki ve nesnelerin interneti gibi gelişmelerle bu oran o kadar hızlı artacak ki, bir gün tuvaletimizden yataklarımıza kadar her şeyin dijitalleştiği o gün artık “izleniyor olabilirim” paranoyası baş gösterecek. İşte tam o noktada şu an zaten büyük bir oranda kendini gösteren çok büyük bir problem ortaya çıkacak.

Biz gerçekten kimiz? Gerçek karakterimiz ne?

Yani şundan bahsediyorum. Tamamen özgür, bağımsız, dokunulmaz şekilde, izlenmeden, kendimiz olabildiğimiz bir dünya kalmadığında o zaman kendimizi veya başkalarını nasıl tanıyabileceğiz? Bize sunulan karakterin bir gösteriden ibaret olmadığını. Nasıl anlayacağız?

Şu anda kadrajın önünde yaşanan hayatlarla ilgili en büyük sıkıntıyı anlayabiliyor musunuz? Bu kadar ortalıkta olduğunuzda gerçek karakterinizin gerçek bir teste tabi tutulmasına imkan yok çünkü. Kendiniz olmanıza imkan yok. Bu kadar göz önünde olduğunuzda ister istemez asıl benliğinizi bir zindana kapatıp anahtarını da denize atmanız gerekebilir.

Benim gibi akıllı telefonların, bilgisayarların, internetin olmadığı zamanları hatta daha öncesini hatırlayacak kadar bu dünyada bulunanları bu noktada biraz anlamanız gerekiyor. Hafif bir şok geçiriyoruz. Bu kadar radikal bir değişimi hala sindiremedik. İnternet öncesi çağ diyebilirim sanırım. O dönemi hatırlamayanlar için biraz anlatmak istiyorum. Merak etmeyin. Sadece insanın karakter değişimine odaklanacağım. Herhangi bir yerme ya da “eskiler daha iyiydi” tarzı gereksiz bir nostaljiye girme amacım yok. Aksine bulunduğumuz çağın çok daha iyi olduğunu zaten sürekli vurguluyorum. Ancak. İnsanların “unplugged” yani bağlantısız, izlenme korkusu olmadan yaşadığı bir dönemde toplumun sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için cesaret, nezaket veya adalet gibi değerler ve karakter özellikleri çok çok önemli sayılır, karakter sahibi olmak en önemli değerlerden biri olarak görülürdü. Bunu öne çıkarmak, bunu desteklemek zorundaydınız çünkü dediğim gibi toplumun ihtiyacı olan buydu. Bu değerlere sarılan insanlar da Gyges’in düştüğü duruma düşmemek için ne olursa olsun bu değerleri savunur, kimse yokken de karakter göstermeye çalışırdı. Tabi dediğim gibi. Herkes böyleydi demiyorum. En azından toplumu ayakta tutan bir grup için böyleydi.

Bugüne geldiğimizde ise. Dikkat edin. Birçok insan için doğru davranış gösterme kıstası izlenip izlenmediği ile paralel. İnsanlar “ifşa olma” korkusu ile disipline ediliyorlar sanki. İşte burada sorun başlıyor. Ahlak kendi başına elbette tartışılabilir bir konu ancak genel anlamda “doğru” olanı yapmaktan bahsedersek. İnsanların puan toplamak ya da like almak için “doğru” davranması problemi karşımıza çıkıyor. Bunun altında da elbette “Onaylanmak” ve “onaylanmaya” duyulan karşı konulamaz istek var. Artık bir noktada kendi karakterimizi ortaya koymayı bırakıp iyi bir “takım oyuncusu” olmaya odaklanıyor ve “takım” nasıl davranıyorsa ona göre davranmaya meyilli oluyoruz. Tek yapmamız gereken herkesin “doğru” olarak gördüğü bir akımı desteklemek ve en önemlisi de herkesin doğru olarak gördüğünden sapan birini gördüğümüzde onu “ayıplamak” ve “linçlemek”. O bir “yanlışı” linçlediğimizde işte en önemli görevi yerine getirmiş oluyoruz. O da yetmiyor değil mi kimi zaman? Bazen “arkadaşlar bu olay böyle olmamış olabilir, bir sakin olsak mı?” diyeni de linçlememiz lazım değil mi? Bizce linç gerektiren bir olayı linçlemeyeni linçlemek… Linçception…

Neyse. Çok konudan sapmayalım.

Asıl konu şu. Bu linç kültürüne katılan insanların içinde o yanlışı yapabilecek kaç kişi var? Evet. Kamera önünde, instagram profilinde, twitter sayfanda çok doğru ve tam da herkesin istediği gibi görünüyorsun. Peki sadece bir gösteriden ibaret olmadığından nasıl emin olalım?

Cevap basit. Olamayız…

Tam bu noktada da bir sapma söz konusu olacak ki oluyor. Biraz düşünürseniz artık kimsenin kibar, anlayışlı, adil olmasına gerek yok. Tek yapmanız gereken “öyle görünmek”.

Yani “her ne olursa olsun her zaman kibar, saygılı ve adil ol” düsturundan “her zaman seni birileri izliyormuş gibi düşün ve ona göre davran” duruşuna doğru bir kayma söz konusu oluyor bu durumda.

Elbette “sonuçta herkes doğru davrandığı sürece sorun nerede?” diye düşünebiliriz. Hatta bunu tartışabiliriz. Sonuçta sosyal medyayı ya da gözetlemeyi ve ifşa korkusunu bir sopa olarak kullanabiliriz. Ancak en basitinden “sopa” ile disipline edilmiş bir insanın ne kadar “doğru” insan olduğunu tartışmamız gerekir.

Martin Luther King ünlü “bir hayalim var” konuşmasında şöyle demişti:

“Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.”

Buradaki karakteri “twitter sayfalarına” göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar… Olarak mı değiştirmeliyiz bu durumda?

Ya da bu “görünürlük” yüzüğünü çıkarıp “gyges’in görünmezlik yüzüğünü” takıp kendimiz olma vaktimiz geldi mi? Yoksa artık çok mu geç?


Truman Sanrısı

Bu film bir çok açıdan çeşitli psikolojik ve sosyolojik açılımlara ve yansımalara neden olmuştur. Özellikle metropol şehirlerde binlerce kamera tarafından takip edilmekte olduğumuzdan, sosyal medya ve iletişim araçları tarafından kişisel tercihlerimize kadar en ince detaylar analiz edildiğinden, uydular aracılığı ile istendiğinde en mahrem yerlere bile girilebildiğinden zaten bazen paranoyaya varan genel bir rahatsızlık söz konusudur.

Bütün bu faktörler bir araya geldiğinde bilhassa kuşkucu kişilerde truman sendromu dediğimiz sanrısal bozukluklar ortaya çıkabilmektedir. Hatta psikiyatrist meslektaşlarımın hemen hepsi, bazı gizli güçler tarafından izlendiğini düşünen, beynine onu kontrol eden elektronik aygıtların yerleştiğine inanan, bir takım uzaylı varlıklar tarafından yönlendirildiğine kanaat getiren bir çok psikotik hasta ile karşılaşmışlardır.

Bu noktada sanrının boyutu şiddetli kuşkucu nöroz tablosundan, ağır hezeyanlı psikoz durumuna kadar değişkenlik göstermektedir. Bu hususta biraz ‘’sanrı’’nın da ne olduğunu kısaca açıklamamızda fayda olacağını düşünüyorum.

Sanrı; diğer insanların inandıklarını önemsemeden, mevcut düşüncelerinin hatalı olduğuna dair kesin kanıtlar olmasına rağmen, değiştirilemeyen ve dış gerçeklerden yanlış anlamlar çıkartmaya dayalı düşüncelerdir. Paranoya, hezeyan ve delüzyon da diğer aynı ya da benzer ifadeleridir. Çok çeşitli sanrı türleri vardır.

Truman sendromu, kanaatimce bir ben merkezci bir de dış merkezci olmak üzere iki ayrı karakter özellikleri gösterir. Ben merkezci truman sanrılarında kişiler, dünyanın kendi etrafında döndüğünü, herkesin kendisine hizmet ve yardımla yükümlü olduğunu düşünürler. Onlar için kendilerinin ölümü, dünyanın da yok olmasıdır. Bu nedenle kendileri ile alakalı tüm maddi manevi çıkar işlemlerinde kural tanımazlar.

Kendilerini dünyanın efendisi, diğer insanları ise kendisinin varlığına hizmet etmek için yaratılmış figüran varlıklar olarak düşündüğünden gizli ya da aleni olarak her türlü yolsuzluğa açıktırlar. Diğer insanları sömürmekten vicdani bir rahatsızlık duymazlar. Sosyal adalet kavramları gelişmemiştir, yardımlaşma nedir bilmezler.

Dış merkezci truman sendromunda ise dünyayı kapitalin yönettiğini, tüm savaşların, karışıkların onların çıkarlarına hizmet için özellikle yapıldığını, tüm görsel, yazılı ve sosyal medyanın onların çıkarları için istedikleri fikir ve ideolojilere kanal ize edildiklerini, gizlice yönlendirildiklerini düşünürler. Kapitalin bir ahtopot gibi her yeri sardığını, onları sömürmek için tüm teknolojik imkânları kullandığına inanırlar. Bu noktada ülkelerdeki gelir dağılımının da truman sanrısını az ya da çok etkileyeceği açıktır.

Ben şahsen önümüzdeki yıllarda truman sendromu etkilerinin, ülkelerin ne kadar sosyal devlet olup olmadıklarına bağlı olarak giderek artacağını düşünmekteyim. Bir toplumda vip ayrıcalıkları, o ülkeyi yönetenlerin abartılı şatafatlı yaşamları, üst düzey devlet yöneticilerine tanınan ayrıcalıklı haklar, truman sanrısının dalga dalga yayılmasına neden olabilir ve ciddi toplumsal karışıklıklar ortaya çıkarabilir. Özellikle az gelişmiş ülkelerdeki bitmek tükenmek bilmeyen karışıklıkların, gelir dağılımındaki anormal dengesizlikler nedeniyle toplumun tümüne yayılan truman sanrılarıyla olduğunu düşünmekteyim.

Dünyadaki gelişmeler dış merkezci truman sendromunu tetikliyor. Gelir adaletsizliği ise bunda en büyük etken. Dünya' da önümüzdeki yıllarda yaşanabilecek olası bir kıtlıkta ise bu sendrom top noktaya ulaşacaktır. Çünkü toplumun belli bir kesimi kıtlığı hiç bir zaman hissetmeyecektir. Fakat bir kısım ise bu sendromu dibine kadar hissedeceği için toplumsal patlamalar yaşanabilir. Gelecek bu anlamda umutsuz görünse de şimdiden alınan tedbirler ile iyileşme sağlanabilir.





Kaynaklar

https://bebarbilim.net/peki-ya-surekli-gorunur-olsaydiniz-gygesin-yuzugu-sosyal-medya-ve-ahlak-felsefesi/

https://www.medikalakademi.com.tr/truman-sendromu-nedir-belirtileri/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çöp DNA (İnsan DNA' sının %98' i)

Bakım Yönetimi

Matrix Felsefesi ve Platon' un Mağara Alegorisi