Bilinç = Yazılım mı? Her şey bir oyundan mı ibaret?
Felaketler. Yangınlar. Pandemi. Savaşlar. Bir sürü acı. Yığınla sorun. Özellikle tarihin akışını değiştiren çok büyük felaketlerde, savaşlarda göze çok çarpmayan çok büyük bir sosyolojik değişim gerçekleşir. İnanç sistemleri. Özellikle her şeye gücü yeten bir yaratıcıya dayanan inanç sistemleri ve bu sistemlere mensup olan insanlar için zorlu süreçlerdir bunlar. Burada konumuz din veya dinler değil. Örneğin 1755’te Lisbon’da gerçekleşen yıkıcı deprem sonrasında daha önce sorgulanmayan bazı dogmalar tartışılmaya başlanmış ve bu Voltaire gibi büyük isimlerin çok derin bir soru sormasına yol açmıştı. Elimizdeki en iyi yaşam bu mu? Daha iyisi olamaz mı? Bu kadar acı. Çok fazla değil mi?
1918’de İspanyol Gribi dünya nüfusunun ciddi bir kısmını yok edince bu sorular daha da derinleşti. Elbette büyük bir kısım bu felaketlerin insanların işlediği suçlara karşılık olarak yaratıcının bir cezalandırması olduğunu düşünüyordu. Bunun için tüm yasaklara rağmen tedaviyi reddediyor, kiliselerde toplu halde şefaat dilenmeye gidiyorlardı.
Doğal felaketlere, pandemiye vs. bu açıdan, yani teolojik açıdan baktığımızda tarih boyunca sonu gelmeyen bir tartışma tekrar alevleniyor. “Kötülük problemi”.
Filozof Galen Strawson’un bu problemle ilgili çıkarımına bir bakalım önce:
“Tanrının düşünüldüğü gibi her şeye gücü yeten, sonsuz iyilik timsali olmadığı aşikar. Bu kadar acı, tüm bu felaketler bunun en önemli kanıtı.”
Fakat çok yeni olmasa da özellikle teknolojik gelişmeler ile birlikte ayyuka çıkmış bir bakış açısı kimine göre tanrı’nın üzerindeki bu yükümlülüğü kaldırabilir. Evet. Bu bakış açısına göre içinde bulunduğumuz dünya, tüm bu yaşadıklarımız ve biz tanrı’nın eseri olmayabilir. Bu eserin sahibi bizden daha gelişmiş bir tür olabilir. Bir tasarımcı. Bir film yapımcısı belki de. Belki de bir video oyunu tasarımcısı. Ve tüm hastalıklar, tüm acılar. Felaketler. Bu tasarımcının bu oyuna eklediği standart özellikler olabilir. Biz de bu oyunun içinde özgür irade illüzyonu ile yaşayan NPC’ler, yani oyun karakterleri olabiliriz. Çok fantastik görünüyor değil mi? Aslında değil.
Evet. Her şeyin bir video oyunu olma ihtimali çok fantastik görünüyor olabilir. Ancak fizik alanı söz konusu olduğunda bu tip oyunlarda oluşturulan bir nevi “minik evrenlerin” arkasındaki karmaşık matematiği ve mekaniği ele alan bilim insanları mevcut. Diğer taraftan insan beynini doğrudan makineye bağlamaya çalışan Elon Musk gibi isimler de var.
Yani henüz tam olarak gerçekleşmemiş olsa da şu anda bile insana gerçeğe çok benzer deneyimler yaşatan oyunlar mevcut.
Diğer taraftan bunun gerçek olma ihtimali başta konuştuğumuz kötülük problemini de büyük ölçüde çözüyor aslında. En azından tanrı üzerindeki yükümlülüğü azaltıyor diyebiliriz. Evet. Tüm inanç sistemlerinin bir yerde tıkandığı nokta olan tüm bu acıların sorumlusunun tanrı olduğu problemini. Eğer yaşadıklarımız bir tasarımcının, bir mimarın işiyse, bu durumda suçlayacağımız olgu değişiyor.
Zira. Bir gruba göre biz insanlar özgür irademizle iyilik ya da kötülük yapmaya karar verebilecek çok özel bir türüz. Ve genel olarak tanrı da bu seçimlerimize ve haliyle seçimlerimizin sonuçlarına müdahalede bulunmuyor. Bir kötülük yaptığınızda, birilerinin kararları veya yaptıkları sonucunda bir acı yaşanıyorsa bundan bu kişi pişman olmalıdır. Fakat tanrı kesinlikle suçlu değildir.
Özgür irade diyorduk. Ve elbette ahlak. İkisi bir madalyonun iki yüzü gibi aslında. Biri bir kötülük yaptığında sadece hipnotize edilmişse veya beyni yıkanmışsa bu konuda sorumluluğu hafifler. Ya da tam tersi. Bir iyiliği kafanıza bir silah dayanmışken yapıyorsanız, bu sizin iyi olduğunuz anlamına da gelmez.
Yani buraya kadar sorun yok. 1500 yıl önce Aziz Augistine de aynı şeyi söylemişti. “Özgür iradeniz var” o nedenle kötülük varsa bunun sebebi sizsiniz. Ancak bu yaklaşım anlayacağınız üzere doğal felaketlere bir cevap sunmuyor. Tanrı bu felaketlerden kaynaklanan acıların sorumlusu kabul edilemez mi? Bu konuda bir şeyler yapamaz mıydı diye soruyor bir grup da… DNA’da yapılacak birkaç değişiklikle kansere bağışıklık kazandırılamaz mıydı mesela? Ya da virüslere karşı…
Veya canlıların oluşumunda doğal seçilim gibi oldukça yavaş ve hatalarla dolu ve çok fazla acıya neden olan bir yol izlemese olmaz mıydı?
Tüm bu soruların cevapları bizi aslında teorimize getiriyor. Yaşadığımız hayatı oluşturan her şeye gücü yeten, her şeyi bilen bir varlık değilse bazı taşlar yerine oturuyor bu teoriye göre.
Bizim dünyamızı ve olası başka dünyaları yaratan, ilahi olmayan bir varlık. Bilim kurgunun ve oyun dünyasının da en sevdiği varlıklardan biri bu. Hatta bu dünyaların tasarımcıları da kendilerini bir tanrı olarak görmekten geri durmazlar.
Fakat sadece sanal evrenlerden de bahsetmiyoruz dikkat edin.
Büyük Hadron Çarpıştırıcısının önündeki en büyük engellerden biri mesela insanların minik kara delikler nedeniyle yok olmamızdan korkmasıydı. Bu tehdit gerçek olmasa da bu tip endişeler hiç de yersiz değil.
80’ler ve 90’larda Alan Guth ve Andrei Linde gibi çok önemli fizikçiler bilim insanlarının bir gün laboratuvarda “cep evrenler” oluşturabileceğini söylemişlerdi. Bu “baloncuk” ya da “cep” olarak bilinen evrenler de tıpkı bizim evrenimizin de atomaltı parçacık kadar küçük bir noktadan yola çıkması gibi genişleyerek bizim evrenimizde hiçbir yer kaplamasa da kendi uzay-zamanını oluşturarak evren içinde evrenler oluşturabilir. Stephen Hawking’in de en sevdiği konulardan biriydi bu.
Bu öngörüden bu yana elbette laboratuvarda bu tip cep evrenler oluşturmaya çalışan fizikçiler oldu. Ve bunların nasıl oluşturulabileceğine dair yığınla teori de ortaya çıktı. Küçük kara delikler oluşturup stabil manyetik tekkutuplarla egzotik bir uzay-zaman kumaşı oluşturmak gibi. Bunları oluşturmak için gerekli bilgi ve teknolojiye şu anda sahip olmasak da Linde’nin de dediği gibi: “Belki de evrenimiz ilahi bir tasarım değil de fizikçi bir hacker’ın oyuncağı olabilir”
Tabi laboratuvarda oluşturulabilecek evrenler “gerçekliği” baz alırken tamamen yeni bir evren yaratmanın başka yolları da mevcut. Misal tüm insanlık süper güçlü bir bilgisayarda çalışan çok oyunculu bir online video oyununun içinde yaşayan karakterler olabilir.
Bu teorinin dayanak noktası da aslında tanıdık bir yerden geliyor. 1980’lerde Iain Banks, Greg Bear ve Greg Egan gibi bilim kurgu yazarları tamamen bilgisayarla oluşturulmuş sanal gerçekliklere dayanan kurgusal hikayeleri araştırmaya koyuldular. Bu sanal dünyaların sakinleri aslında bir bilgisayarda akan verilerden ibaret olacaklardı.
1982 yılında Disney’nin çıkardığı TRON filmi de bu tip bir sanal dünyanın ilk örneklerindendi. Şu an için çok eski görünse de filmin de baz aldığı PONG oyunundan çok daha gelişmiş bir örnekti.
2003 yılına geldiğimizde ise Nick Bostrom TRON gibi sanal evrenlerin olasılığı bir kenara bizim de bu tip bir evrenin içinde olabileceğimizi öne sürerek ünlü “simülasyon teorisini” ortaya atmıştı.
Bostrom’un temel argümanı ise gelecekte bilgisayarların sahip olabileceği inanılmaz işlem gücüydü.
Fakat bir simülasyonda yaşıyor olma ihtimalinin bir problemi var. Bilinç mevzusu. Eğer bilinç biyolojik bir olguysa bu durumda tüm bu argüman çöküyor. Fakat. Birçok filozof özellikle 70’ler ve 80’lerde başlayan bilgisayar çılgınlığının da üzerine bilincin biyolojik olmadığını aslında bilinç ile bedenimiz arasındaki bağlantının bir bilgisayarın yazılımı ile donanımı arasındaki bağlantı gibi olduğunu söylemeye başladılar. Bilincin yazılıma benzetilmesi psikologlar ve özellikle nörobilimcilerin de çok ilgisini çekti haliyle. Bilinç ve zihin bir tür veri akışından ibaretse, o zaman bilgi işleyebilen herhangi bir şeyin de bilinci olabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Haliyle bilgisayarlar bu “şeye” en önemli adaylardı.
Aslında sanal evrenler dediğimizde elbette “Matrix” aklınıza gelmiştir. Ve matrix bir nevi az önce bahsettiğimizden daha az radikal bir evren çözümü. Bu senaryoda insanlar kendilerini gerçek dünyaya çok benzer bir yerde buluyorlar. Fakat bulundukları bu sanal dünyada olup biten her şey kitlesel bir halüsinasyondan ibaret. Bir beyin arayüzü ile insanların beynine takılan güçlü bir bilgisayarla üretilen bir sanal dünya.
Ya da her şeyin ötesinde tüm evrenden ziyade bireysel bir sanal evren de olabilir. Belki de 22. Yüzyılda yaşayan bir ilkokul çocuğunun insanlar 2020’lerde nasıl yaşıyordu projesi kapsamında bu zamanları deneyimlemek için sizi oluşturmuştur. Ve işi bittiğinde, ödevi teslim ettiğinde siz de yok olacaksınız.
Tüm bunlar hala çok uzak gibi geliyor olabilir. Fakat bunun mümkün olabileceğine dair bazı gelişmeler yaşıyoruz ve yaşayacağız.
Örneğin 2017’de Pentagon araştırma merkezi tamamen felçli bir kadının uçuş simülasyonunda bir uçağı sadece beynine bağlı elektrotlar aracılığı ile uçurmasını sağlamıştı. Daha yakın zamanda Elon Musk bir farenin beynine herhangi bir kanama olmadan dakikada 192 elektrot bağlayabilen bir nörocerrahi robotu geliştirdiğini duyurmuştu. Ve yakın zamanda insanlar üzerindeki deneylere de başlayacağını biliyoruz.
Yani bu bebek adımlarının sonunda gerçekten ayırt edilemeyecek tamamen sanal yeni evrenleri ziyaret etmeye, belki de orada yaşamaya başlayabiliriz. Kimine göre en fazla 100 yıl içinde. Kimine göre çok daha kısa bir sürede.
Ancak. En baştaki sorumuza gelirsek. Ne olursa olsun bu dünyaları yaratacak insanlar her şeye gücü yeten bir tanrının yeteneklerine erişebilecek düzeyde olmayacak. Bir sürü hata bulunan içinde yaşadığımız bu dünyanın da bu tip bir tasarımcı tarafından yapıldığını düşünebiliriz belki de.
Tamamen teoriler üzerinden gittiğimizi, bir nevi felsefi bir sohbet ettiğimizi tekrar belirteyim.
Bu teoriler elbette inanç sistemlerindeki tanrıyı da boşa çıkarmıyor. Tam tersine. Ezeli kozmosun yaratıcısı bir tanrı olabilir. Ancak ortaya çıkan, belki de bize benzemeyen üstün canlılar tanrının yaratmış olduğu kusursuz dünyalarında bizim dünyalarımızı yaratmaya karar vermiş olabilirler. Elbette bu durumda bu canlıların bu acıları yaratmasına izin veren tanrının sorumluluğu da olabilir diye düşünebiliriz.
Tabi soruyu ve teoriyi biraz daha ileri taşıyabiliriz değil mi?
The Thirteenth Floor filmini izleyenler vardır aramızda… İzlemeyenlere günün tavsiyesi olsun.
Çok spoiler vermeyelim. Ancak…
Bu yaşadığımız bir video oyunuysa…
Bu oyunu tasarlayanın da bir video oyununda olmadığını nereden biliyoruz mesela?
Başlarda “Orada mısınız?” diye sormuştum…
Tekrar soruyorum… Orada mısınız?
Peki orası neresi?
İNSAN BİLİNCİ NEDİR?
Bu sorunun kesin bilimsel cevabını bilmiyoruz: Nörologlar verecek yanıtları olmadığı için sorudan özellikle kaçıyor ve bilinç üzerine bir şey söylemek istemiyorlar. O zaman da boşluğu spritüelistler ve kuantum bilinç teorisyenleri dolduruyor.
Oysa insanı insan yapan en önemli şey insan bilinci ve sözde bilimle boş inançların toplumda yaygınlaşmasını önlemek için nörologların bilincin kökenini en kısa zamanda açıklaması gerekiyor.
Fizikteki sıra dışı fikirleri yüzünden Mad Max olarak adlandırılan Tegmark, aynı zamanda çoklu evren teorisini çoklu alem teorisine genişleten bir dahi ve bu kez de bilinç teorisine el attı: Tegmark diyor ki “Mademki insan beyninde, bildiğimiz kadarıyla, bilinci oluşturan özel bir organ veya özel bir nörobiyolojik mekanizma yok; belki de bilinç dediğimiz şey maddenin katı, sıvı, gaz gibi yeni bir fiziksel halidir.” Haklı olabilir mi?
İnsan bilinci kendi varlığının farkında olmayan nöronların aralarında kurduğu sinir ağları ve çeşitli tetikleyicilere karşı gösterdiği eşik sinyal tepkileriyle ortaya çıkıyor. Bilinçsiz nöronlar network zekası ile öz farkındalık ve bilinç türetiyor.
Bu rastgelelik kuantum fiziğine işaret ve ortaya çıkan olgu da bir sümilasyon olabilir.
Kaynaklar
https://bebarbilim.net/her-sey-bir-video-oyunuysa-bu-oyunu-kim-tasarladi/
https://khosann.com/bilinc-maddenin-yeni-bir-hali-mi/
Yorumlar
Yorum Gönder