The Peripheral (Cyberpunk Akımı) İnceleme

The Peripheral, siberpunk akımının öncülerinden William Gibson'un aynı isimli romanından uyarlama. 

Neuromancer şüphesiz çoğumuzun bildiği veya işittiği bir kitap. Neuromancer'da sinir sistemi, beyinden veri çalımı ve yapay zekadan bahseder. Hep söylüyorum; yine söyleyeyim: Bilim kurgu her zaman bilimin öncüsü olmuştur. 

The Peripheral da benzer konular var. Yani dizideki birçok şey gelecekte olabilir.




The Peripheral dizisinin ilk sahneleri 2032 yılında başlıyor. Yani günümüzden on sene sonrası... Çoğu şey yavaş yavaş değişmeye başlamış. Hibrit bisikletler bunlardan biri. Bisiklet olarak kullanırken kendini şarj ediyor. Sonra motosiklet olarak kullanılabiliyor. Kargo firmaları üç boyutlu yazıcı şubelerine dönüşmüş. Eczacılara ilacın formülünü verdiğiniz zaman otomatik ilaç çıkabiliyor.Ayrıca engelliler için tasarlanan, araca adapte olabilen sandalyeler var. Bunlar güzel tarafları. 

Akan derenin ve su göletlerinin çamura dönmesi veya her şey elinizin altındayken alım gücünün düşük olmasından dolayı ona ulaşamamanız ise bazı kötü tarafları. Bir de geleceğe dair olabilecek felaket senaryoları var. Kıtlık, savaşlar...

The Peripheral dizisinin konusuna dönecek olursak Flynne Fisher adında kendi halinde bir kızımız var. Evden işe işten eve gidiyor. Bunun nedeni annesi çok hasta. Abisi Burton ise bir oyun bağımlısı. Başka insanlara oyunlarda yardım ederek para kazanıyor. Ayrıca eski bir donanma askeri. Flynne de usta bir oyuncu. Hatta abisinin geçemediği yerleri o geçiyor. Burton bir şirketten yeni bir iş teklifi alır. Yeni üretilen bir oyun prototipini denemesi karşılığında iyi bir para alacaktır. Ortada küçük bir sorun vardır. O da şirket Burton'u bir oyunda keşfetmiştir ama oyunun o kısmını Flynne oynamıştır.

Durum böyle olunca Burton prototipi denemek için Flynne'i ikna eder. Flynne oyunda tüm görevleri yerine getirir. Bu oyun diğer oyunlardan farklıdır. Çünkü beyne takılan bu başlık sayesinde oyundaki simsin hissettiği her şeyi oyuncu vücudunda hissedebilmektedir. Ayrıca beyne zarar da verir. Flynne ikinci gün bunun bir oyun olmadığını kavrar ve kendini karışık olayların içerisinde bulur. Flynne olanları anlamlandırmaya çalışır. Zamanda yolculuk yaptığını düşünür. Aslında olan geleceğe veri aktarımıdır.


Kuantum Tüneli ve Haptik Teknolojisi


The Peripheral izlerken Flynne'in taktığı başlık ile geleceğe veri aktarabilmesi Kuantum Tünelleri sayesinde gerçekleştiği söyleniyor. 

Kısaca bir parçacığın bir atomun veya elektronun aniden yakın başka bir alana sıçramasıdır. Bu tünelleme olmasa ne bilgisayarlar ne telefonlar çalışabilir. Tünelleme insanlar için de geçerli bir kavram Yani insanlara da yapılabilir. Elbette kütlenin büyüklüğü yüzünden düşük bir ihtimal. Bunun için dizide insanlar değil bilinç ve veri geleceğe tünellenmiş. 

Benim aklıma takılan nokta ise yaptığım araştırma sonrasında bu işin sadece geleceğe yönelik yapılabilmesi. Oysa dizide geçmişe yönelik olduğu anlar da vardı. Ayrıca Travelers dizisinde de bu konu işlenmişti. .




The Peripheral ile haptik teknolojisi ile de tanışıyoruz. Basit anlatımı ile dokunma teknolojisi diyebiliriz. Günümüzde sanal gerçeklik sadece görme ve işitme ile deneyimleniyor. Hissetmeyi de bu kapsama almak için yoğun çalışmalar var. Hatta Japonlar koku aktarımının sonuna gelmişler. Günümüzde ne kadar kısıtlı olsa da dizide üst düzey deneyimler sağlıyor. Dizide ise ordu mensupları bu teknoloji ile birbirlerinin gördüklerini görüyor, hissettiklerini hissediyorlar. İletişimi araçsız sağlıyorlar. Günümüzde tıp öğrencileri bu uygulama ile ameliyata girmede deneyimleri yaşayabiliyor. Aynı şekilde askerler ve polisler gerçeğe yakın simülasyonlar ile kriz anlarının provasını yapıyor. Eğitimden eğlenceye örnekler arttırılabilir.

The Peripheral izlerken beni etkileyen bir kaç noktaya değinmek istedim. Bunlardan birisi vücuda yerleştirilen implantlar sayesinde aklınıza gelen tüm telefon uygulamalarını zihninizden yapabiliyor olmanız. Ayrıca bulunduğunuz yeri farklı şekilde görebiliyorsunuz. Düşünün çatıda veya yürüyüş bandında yürüyüş yapıyorsunuz ama manzarayı değiştirebiliyorsunuz. Beni etkileyen bir başka etken ise insan siluetleri oldu. Küresel yok oluş ardından dünyadaki insan nüfusu çok azalmış. İnsanların ruh sağlığı daha kötüleşmesini istemiyorlar. Bu yüzden sokaklarda insan siluetleri var. The Periferal seçilen renk paleti, sinematografi ve geleceğin kurgulanması alanında da çok başarılı.


2. Kaynak' dan The Peripheral Dizisinin Hikayesi


Amazon Prime Video’nun özgün yapımlarından olan The Peripheral, bizi 2032 yılına, klasik banliyö manzaralarının bolca görüldüğü bir Amerikan kasabasına davet ediyor. Ana karakterimiz Flynne Fisher (Chloë Grace Moretz), hasta annesine bakmakta ve savaştan yeni dönen ağabeyiyle parçalanmış ailesini ayakta tutabilmek için insanüstü bir mücadele vermektedir. Bu süreçte abisi sanal gerçeklik oyunlarıyla para kazanmaya çabalarken, Flynne ise gelecek vaat eden, zeki ve hırslı bir genç olmasına rağmen 3D baskı yapan mütevazı bir dükkânda çalışmaktadır. 

Hâliyle içinde bulunduğu çetin koşullardan ötürü beklentilerini yitirmiş, karamsarlığa sürüklenmiştir. Ancak işler beklenmedik bir noktada değişecek ve ağabeyi Burton (Jack Reynor)’ın dâhil olduğu bir platformdan gelecek cazip ve etkileyici teklifle yolculuğu başlayacaktır.

Dizinin dört bölümünü Vincenzo Natali, dört bölümünü ise Alrick Riley yönetiyor. Böylece, sezonun iki parçası izleyiciye birbirinden farklı birer yapım gibi sunuluyor. William Gibson’ın etkileyici romanından uyarlayan ise Scott B. Smith.




Bilimkurgunun en belirleyici özelliği, bilimsel meseleleri gündelik yaşama dair sorun ve çıkmazlarla bağdaştırarak işlemesidir. Sözgelimi Interstellar gibi filmlerde ya da Vakıf gibi kitap serilerinde bir yandan evrensel ölçekli sorulara bilimin imkânları ölçüsünde yanıtlar aranırken, öte yandan sıradan ailelerin çatışmalarına da değinilir. Bu da bilimkurgunun bilimi, bize dair konularla hemhal ederek insanileştirdiğinin ve boyut kattığının bir göstergesidir. 

The Peripheral da diğer bütün bilimkurgu yapıtlarında olduğu şekliyle bahsi geçen anlatı geleneğinden faydalanıyor. 

Hem izleyicinin hayal gücünü gemleyecek hamlelerle evreni her adımda zekice genişletiyor hem de duygu uçlarına dokunduğu derinlikli yaklaşımıyla hayali bir evrenin şartlarıyla kolayca bağ kurmasını sağlıyor. Bu yolla William Gibson gibi çağının çok ötesinde bir zihnin ürünü olan yapıttan akılda kalıcı ve kendini izlettirmeyi başaran bir dizi çıkarmayı başarıyor.

William Gibson denince, akla siberpunk gelir ve zihinlerde hemencecik kavramın bilindik genel tutumu belirir. Böylesi dünyalarda teknoloji giderek gelişir, serpilir ve zirve noktasına ulaşır. Gösterişli şehirler, araçlar ve aygıtlar göze çarpmakta, iştah kabartmaktadır. Ancak aynanın öteki yanına bakarsak, insan da araçsallaştığı için bireyin refah seviyesi de aynı ölçüde düşmektedir. 

Blade Runner ya da The Matrix bu türün belki de en ünlü yapımlarıdır. O evrenlerde bahsi geçen ve The Peripheral ile bağdaştırabileceğimiz araç tabiri ise eşyanın özneyle, yani insanla arasındaki ilişkiye dair birçok çıkarıma tekabül etmektedir. Normalde araçlar amaca ulaşmak için vardır, ancak örnek üzerinden gidersek, siberpunk evrenlerinde teknoloji hem araç hem de amaç işlevini görür. Bu bağlamda konu William Gibson gibi bir yazarın derinliğiyle birleştiğinde, teknolojinin insan hayatındaki yeri de doğrudan felsefî bir tartışmaya evriliyor.




Bugünden bakıldığında, teknolojinin en kritik rolü bir statü göstergesi oluşturmasıdır. Gibson’ın eserleriyle The Matrix’in bir başka ortak noktası da hiç şüphesiz Jean Baudrillard’ın savlarıdır. Baudrillard’ın Tüketim Toplumu’nda sözünü ettiğine benzer şekilde, Neo ile Flynne’in gerçeklik algılarını kıran yolculuklar vesilesiyle bireyin var olma sebebini kıymetli kılanın “tüketici” kimliği oluşundan dem vurulur. 

Nesneler çağında yaşadığımız gerçeğine sürekli olarak değinen Baudrillard, insanın da özneliğinin değişimine vurgu yapar ve değer yitiminin yaşamını baştan aşağı şekillendirdiğini iddia eder. Yine Guy Debord’un deyimiyle gösteri toplumuna pornografik bir gösteriş hâkimdir ve içi boşaltılan bütün kavramların ardında devasa hiçlikler görülmektedir.

Dolayısıyla kişi tüketmeden var olamaz, tükettiği müddetçe de tükenmeye mahkum hâle gelir ki, yaşamı zaten görülmekten ibaret olduğundan giderek solması kısır döngüye girmesine yol açar. Bundan dolayı kişinin kendi benliğine yüklediği ne varsa, başarının yanı sıra bir kusur yahut hatadır da aslında. Her an kirletir, yok eder. 

“Peripheral” kelimesinin etimolojik incelemesine bakıldığında, inorganik yapıdan ibaret siborg avatarlara karşılık geldiği görülür. Diziye ismini veren geçici suretler de bu tüketim anlayışının ve sonuçlarının bir tezahürüdür. Yok olmaya doğan önemsiz ruhlardır.




2099 yılına geçtiğimizde işleri karıştıran da tam olarak günümüzden ya da belirsiz bir zamandan yansıyanların müşterek oluşu gerçeğidir. Teknolojinin iyiden iyiye ilerlediği geleceğe bir şekilde adımını atan Flynne, basit bir simülasyonda olduğunu sanırken aslında geleceğe gittiğini öğrenir ve olaylar da gitgide çetrefilleşir. Duyuların yanılgısı, algının seçiciliği ve olgudan bağımsız kişiye bağlı oluşu… Bir çeşit yanılsamalar bütünü, Baudrillard’ın tabiriyle simülakr, yani gerçeğin çölüyle yalanın vahası arasında kalmak ve seraplarda gezinmek… The Peripheral’ın gözlerle yapılan bir nevi tebdil-i mekân vurgusuna sahip oluşu, bu noktada daha da önem kazanır. Ki böylesi yolculukların günümüzde mümkün oluşu bile pek çok etik meseleyi gündeme getirmekte gecikmez.

Dizide bahsi geçen Peripheral, çoğunlukla yapay zekâ tarafından kontrol edilmekte ve kimileyin bir insan tarafından da yönlendirilebilecek şekilde tasarlanmaktadır. İşte Flynne’in önce abisinin suretiyle, sonra da kendi beden yapısından uyarlanan avatarla atıldığı macera, kişinin kimliğini oluştururken dayanak bildiği normların da yıkımını ortaya çıkarmaktadır. Beden ve zihin arasında zamanı aşan bir açmaz yaratırken, diğer yandan çok eski bir tartışmayı da gündeme getirmektedir: Zihin-Beden Problemi…




Felsefe tarihi, Descartes dâhil pek çok filozofun bedenle bilinç arasındaki soru ve çıkarımlarıyla maruf. 

Bilimkurgusal yapıtlarda bunun yansıması ise bilinçle beden arasındaki iletişimin ve bunun algıya tesirinin hakkında bilimsel sorgulamalar yürütülerek inşa edilir. Zaten insanın yolu budur, yaşamı boyunca kendini tanımları üzerinden yorumlar ve bu vesileyle yaşama dair çıkarımlarda bulunur. Böylelikle bir nevi deneylerin şekli değişmiş ama özü aynı kalmıştır; bu da zamanla göstermiştir ki basit bir değiş-tokuş bütün tanımları alt üst ederek her şeyi kolayca değiştirebilir. Zaman, beden, bilinç ve hatta doğrudan varlık bile tartışmaya açılabilir.

Wachowskiler’in, The Matrix için bedenden kurtuluşa alegorik yorum demesi bu bakımdan anlamlıdır. 

Algımız gerçeğimizi belirliyorsa, algıyı değiştirmekle neler yaşanacağına dair fikrimiz var mıdır? Yahut bu meseleyi ne denli derin işleyebiliriz? İşte dizinin odak noktasında bulunan Peripheral mefhumu da bu hususta karşımıza çıkmakta. Yine Baudrillard, “Tercihler rastgele yapılmaz, toplumsal olarak denetlenir ve içinde gerçekleştikleri kültürel modeli yansıtır,” der. Öğrendiğimiz ne varsa, kararımızı ve peşi sıra vaktiyle kaderimizi şekillendirir. Öğrendiklerimiz de yaşadığımız çağın şartlarıyla doğrudan ilişkilidir. 

Yani ne düşünürsek düşünelim, zamanımızın insanı olmaktan öteye geçemeyiz. Zamansal geçişlerle değişen şartlar ise bu beden-bilinç sorunsalına dair yaklaşımları gözler önüne sererek derin çıkmazlarla baş edilmesi zor soruları meydana getirir. İşte asıl kritik mesele, bu vaziyetin yaratması muhtemel çatışmalardır.

Kısacası The Peripheral, felsefî bilinç deneylerini bilimkurgusal öğeler yoluyla harmanlayan ve ortaya da önemli sorular koyan göz alıcı bir yapım…


3. Kaynak' dan The Peripheral Dizisinin Hikayesi


Matrix. Siberuzay. Siberpunk.

Bilimkurgu yoluyla felsefe yapmak deyince akla ilk gelen isimlerden biridir: William Gibson. Çünkü az önce saydığım kelimeleri ilk kez o kullanmıştır yazdığı romanlarda. BladeRunner gibi Matrix gibi bilimkurgu filmlerinin yolunu açmıştır bir anlamda.

İşte 2014’te yazdığı son roman serisinden ilki “The Peripheral” da belli ki yeni bir dalgayı tetikledi. Çünkü bundan aynı isimle uyarlanan oldukça başarılı bir bilimkurgu dizisi başladı.

Dizinin yapımcıları benim bu kanalda daha önce analiz ettiğim “Westworld” dizisinin de yapımcıları olan karı-koca Lisa Joy ve Jonathan Nolan. Hani Hollywood’un en karizmatik yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın kardeşi. Daha da önemlisi dizinin “showrunner”ı Scott Smith tecrübeli bir yazar ve bu sağlam kadro projeyi 4 yıldır geliştiriyor. Çok iddialı bir yapımla karşı karşıyayız.

Eğer şu sorular ilginizi çekiyorsa bu konular da çekecektir. Bilinç nedir? Transfer edilebilir mi? Vücudumuzla değil de bilinç transferi yoluyla zaman yolculuğu yapabilir miyiz?

Evet bu hikayede gelecekte geçen bir değil iki ayrı zaman çizgisi var.

Bundan 10 yıl sonrasında olduğumuzu hayal edelim şimdi. 2032 yılında. Çok uzak bir gelecek sayılmaz. Teknoloji iyice yükselmiş, ama yaşam standartları da iyice düşmüş bir ortamdayız.

İşte buna “siberpunk” deniyor. Bilim ve teknoloji çok ilerlemiş, ancak insanların büyük bir kısmının yaşam kalitesi çok düşmüş.

Yüksek teknoloji, düşük yaşam.

Pek çok şeyi teknoloji çözdüğü için onun sahipleri zenginleşirken kullanıcılarına yapacak pek de fazla bir şey kalmamış. Amerika’nın kırsal bir bölgesinde yaşayan iki kardeşten biri hayatını para karşılığı oyun oynayarak kazanıyor. Diğeri de 3D Printer dükkanında üç boyutlu baskılar yaparak. Evde ölümcül bir hastalıkla mücadele eden annelerine bakmaya çalışıyorlar.

Ana karakterimiz Flynne, bir savaş gazisi olan abisinden bile iyi bir oyuncu. Zaman zaman VR gözlükleri ondan devralıp onun takıldığı “level”ları ustalıkla geçiyor. Yine de daha çok “gerçek” dünyada vakit geçirmeyi tercih ediyor.

Kahramanlarımızın yakın gelecekteki bu sıradan yaşamları bir gün çok gelişmiş yeni bir VR oyunla değişiveriyor. Henüz beta testi aşamasında olan örümcek şeklindeki bu VR aracı o güne kadar yapılmış diğer örneklerden çok daha gerçekçi olduğu iddiasında.

Flynne abisinin ısrarıyla para kazanabilmek için bu kaskı kafasına geçiriyor ve kendini bir anda 2099 yılının Londra sokaklarında buluyor. Ama abisinin avatarıyla. Yani şu anda motorsikletin üzerinde giden kişiyi onun kardeşi Flynne kontrol ediyor.

Çok gerçekçi tasarlanmış bir oyun gibi değil mi? Flynne de öyle zannediyor başlangıçta. Ama çok kısa bir süre sonra onunla birlikte biz de şu keşfi yapıyoruz. Bu bir oyun değil. Bu insanlığın geleceği.

Kuantum tünelleme yoluyla bilinç transferi yapılabilir hale gelmiş. Bedenimizle değil ama zihnimizle birinci gelecekten ikinci geleceğe sıçramış olduk yani az önce. 2032’den 2099’a…

77 yıl sonraki dünyamızda pek çok şey aynı kalmış gibi gözüküyor değil mi? Hatta neredeyse geleceğe baktığımızda onun geçmişle birleştiğini hissediyoruz. Hikaye ilerledikçe aslında bazı şeylerin önemli ölçüde değiştiğini fark ediyoruz.

Örneğin insan ya da robot gibi gözüken cyborg avatarlar var burada. Ve işte bunlara “Peripheral” deniyor. Bu kelimeyi birazdan daha da açacağım. Normalde yapay zekanın yönettiği bu avatarların içine bilinç transferi yoluyla girip onları kontrol edebiliyorsunuz.

Biliyorum böyle hızlıca anlatınca biraz kafa karıştırıcı gibi geliyor. Ama biraz düşününce aslında uydurulan tüm bu kavramların tamamen günümüz gerçekleriyle örtüştüğünü anlıyoruz. Hatta geçmişle.

Ne demişti Yunus Emre: “Bir ben vardır benden içeri.”

Ne alaka diyeceksiniz, bağlam farklı değil mi burada? Aslında pek de farklı değil. Şair Yunus Emre, felsefeci Descartes ve onlardan yüzyıllar sonra yazar Gibson aynı ikilik kavramını farklı şekillerde ifade ediyorlar. Beden ve onun içindeki bilinç.

Motorsikleti kullanan abinin bedeni ve onun içinde o bedeni yöneten kardeşin bilinci. Bir başka ben var bu bedenin içinde.

Simülasyon kavramı eskiden anlatılması ve anlaşılması çok zor bir kavramdı. Neyseki şimdilerde bilgisayar oyunları oynayan hemen herkesin aşina olduğu bir şey. Hele bir de VR deneyimi yaşadıysanız, kendi gerçekliğinizden sıyrılıp başka bir ortamın içine girmenin ne demek olduğunu çok daha iyi hissetmişsinizdir.

Peki ya sadece ortamın değil bir başka vücudun içine girmek ve onu kontrol etmek nasıl bir şeydir acaba? Bu konu felsefeciler arasında “zihin-beden problemi” olarak tartışılıyor. İnsan zihnindeki düşünce ve bilinç ile fiziksel bedenin bir parçası yani bir organ olarak beyin arasındaki ilişki sorgulanıyor.

René Descartes, ta 17. Yüzyılda “bu ikisi birbirinden ayrıdır” diyerek konuyu popüler hale getirmiş. Onun savunduğu bu kartezyen dualizme göre zihin, vücut dışında var olabilir. Vücut ve onun parçası olan beyin kendi başına düşünemez.

Şimdi Descartes’ın düalizm çizimine bir bakın. İlk dikkatinizi çeken şey ne oldu? Gözler değil mi? William Gibson’un roman kapağının bir edisyonunda da aynen böyle bir göz var. O gözün merkezinin dışında kalan yerlerden etrafımızı periferik olarak görüyoruz. Bu birincil anlam. “Peripheral” kelimesinin ikinci anlamı da çevresel demek. Hani bilgisayarlarda çevresel birimler vardır. Klavye gibi. Mouse gibi yan donanımlar. Biz bunlarla bilgisayarı kullanırız. Oyun oynarız. Gözümüz ekranda elimiz klavyenin tuşlarında, oyundaki karakterimizin içine girip onu yönlendiririz. O sırada bilincimiz atomlardan oluşan vücudumuzdan adeta ayrılır ve bitlerden oluşan bir karakterin parçası haline gelir.

Diyelim ki kontrol ettiğimiz bu karakter bir insan değil de yarasa olsun. Neden bu hayvanı seçtim biliyor musunuz? Çünkü çağdaş felsefecilerden biri “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” diye bir yazı yazmıştı zamanında. Bilinç dediğimiz şeyin “zihin-beden problemi”ni içinden çıkılamaz hale getirdiğini söylemişti. Biz gözümüzle görüyoruz ama yarasalar ekolokasyonla yönlerini buluyor.

Bilinç deneyini yapmak için yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmek şart değil. Başka bir hayvan da seçebilirsiniz.

Zaten dizinin ilk bölümünde tam da bununla ilgili bir diyalog var.Bu kendini bir aslanın içinde düşünmek gibi bir şey.

Billy aslan mı?

Fark etmez, bir hayvan seç işte.

Evet iki kızın az önce gördükleri bir erkek hakkında çekiştirmesi gibi gözüken bu diyalog öylesine yazılmamış.

Burası bir 3D Printer dükkanı. Az sonra çalışanlardan biri geliyor ve neden bir düğün pastasının üzerine koymak için bir gelin iki damat figürü siparişi verildiğini soruyor. Tabiki okurken yanlışlık yapmış ve bir damadı fazladan basmış. Fazla olanı ortadan ikiye bölerek sorunu çözüyor.

İki parça haline gelen bu 3D baskı da gerçekliğin bir simülasyonu değil mi? 2022’de bu teknolojiyle şöyle bir şey basabiliyoruz. 2032’de dizideki gibi bir şey basılabilecek. Ama 2099’da tümüyle hareket edebilen gerçek boyutlu bir insan şeklinde üretilebilecek. Periferal denen şey bu. Beden işi çözülmüş. Zihinler bedenden ayrıştırılmış ve hatta transfer edilebilir hale gelmiş.

Az önce “kendini aslanın içinde düşünmek gibi” demişti ya arkadaşı Flynne’e. Flynne abisinin periferalinin içine girerek geleceğin Londra’sında motosiklete binerken kadraja giren aslan kafası bize bunu hatırlatıyor. Birazdan o da duyduğu bu sözü uyarlayarak başkasına söyleyecek.Kendimi bir kuğunun içinde hayal etmek gibi.

Söylemiştim bu diyalogların tesadüfen yazılmadığını. İster felsefeciler gibi kendinizi bir yarasanın içinde olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda düşünmeye zorlayın ya da isterseniz bu dizideki gibi bir aslanın ya da kuğunun içinde olma deneyimini hayal edin. Bunların hepsi de gerçekliğin birer simülasyonu. Bu tür simülasyonlar birer düşünce deneyi olarak felsefede gerçekliğin bizim dışımızda var olup olmadığını sorgulamak için kullanılıyor.

Bu dizinin sorduğu şeyse, teknoloji insanların birbirleriyle kurduğu bağlantıları ne kadar değiştiriyor? Mesela şu anda en çok internet aracılığıyla bağlantı kuruyoruz. Gelecekte yeni bağlantı türleri çıkabilir mi? Mesela zamanlar arası bağlantı. Ya da paylaşılan bilinçler yoluyla eş zamanlı bağlantı.

Romanın yazarı Gibson bir yerde diyor ki: “Bugünlerde uzak mesafelerde yaşamasına rağmen internette karşılaşan iki kişi önce birbirine aşık olup sonra fiziksel olarak tanışabiliyor.”

Düşündüğünüzde garip bir şey bu değil mi? İnternet çok primitif bir anlamda beden problemini çözdü.

Gelelim zihin problemine. Dizinin “showrunner”ı ve yine bir yazar olan Smith de bir yerde diyor ki: “Dünyalar arasındaki boşluk, empatinin aşamayacağı kadar büyük bir engel mi?”

Empati. Yani dünyayı başka birinin gözünden görebilme becerisi. Adeta onun içine girip, onun periferisini, çevresel koşullarını değerlendirebilmesi.

Romandan farklı olarak dizinin posterindeki insan yüzünün tek eksiği gözler. Orada iki göz yerine iki ayrı gelecek manzarası var. Belki de o boşlukları biz kendi gözlerimizle doldurmalıyız, ne dersiniz?


Sonsöz


3 kaynaktan da incelediğimiz The Peripheral dizisi, bir distopyadan bahsediyor. (Gelecekte yaşanabilecek kötü bir hikaye)


Bilim ve teknoloji çok ilerlemiş, ancak insanların büyük bir kısmının yaşam kalitesi çok düşmüş. 

Yüksek teknoloji, düşük yaşam. (Siberpunk)


Şu anda yaşanan gelişmelerde maalesef bunlara işaret ediyor. Tekonoloji gelişiyor. Metaverse' den, nesnelerin internetinden, robotlardan v.s bahsediliyor. Fakat yaşam kalitemiz, alım gücümüz mütemadiyen düşüyor.

Gelecekte mülk sahibi olunmayacak, her şey kira düzenine dayalı olacaktır. Ayrıca evrensel temel gelir kavramı gündeme gelecek. Herkes temel gereksinimlerini sağlayabilecek kadar maaş alacak. (Yemek+full akbil gibi :)

Türkiye' de ise bu işin demosu yapılıyor. Daha sonra bu durum HİPERENFLASYON olarak tüm dünyaya yayılacak. Ülkemizde ekonomi o kadar bozuldu ki, 100.000 tl aylık maaş bile zenginlik ifadesi değil varın sizin düşünün. (Tipik bir Türk hesabı yapasak; yılda 1.200.000 TL yapar ki bu parayı yemeden içmeden biriktirmelisin. Sıfır Honda Accord giriş paketini anca alırız.)

Her meslek grubunun maaşı birbirine yaklaşmış. Tecrübeli-tecrübesiz ayrımı kalkmış. Nitelik değil nicelik önem kazanmış. Açılan bir ton üniversite ile eğitimde kalite değil. Mezun sayısının fazla olması amaçlanmıştır. 

Tüm bunların diziyle ne alakası var demeyin. Dizide geçen düşük yaşam kalitesinin temeli bugünlerde atılmaktadır.

Dizide geçen evrende, bilinç transferi ve kuantum tünelleme ile gerçekleşmiş bir hadisedir. Gelecekte bunun yaşanmayacağını kim iddaa edebilir ki?

Özetle bu dizilerle verilen mesajları saçma deyip geçmek yerine, derinlemesine düşünmeliyiz.





Kaynaklar

https://barisozcan.com/gecmisten-gelecege-bilinc-transferi-the-peripheral/
https://www.bilimkurgukulubu.com/televizyon/dizi/zihin-beden-problemine-bilimkurgusal-bir-yaklasim-the-peripheral/
https://kargala.com/the-peripheral-incelemesi-ve-bizi-bekleyen-teknoloji/19699

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çöp DNA (İnsan DNA' sının %98' i)

Bakım Yönetimi

Matrix Felsefesi ve Platon' un Mağara Alegorisi