Küreselleşme ve Salgınlar

Daha önce tamamen birbirinden kopuk yaşayan afrika-avrasya, Amerika, avusturalya-asya ve pasifik adalarındaki topluluklar küreselleşme ile bilgi paylaşmaya başlamış ve bunun sonucunda gelişmeler hem inanılmaz hızlanmış hem de… Nasıl söyleyelim. İnsanlar kitleler halinde ölmeye de başlamış. Yani küreselleşme “kolektif öğrenme” açısından çok olumlu olsa da negatif etkilerle de gelmiştir. Ancak geçmişe çok genel anlamda bir bakarsak karşımıza bu olumlu veya olumsuz etkileri şekillendiren üç ana olgu çıkıyor: “Matbaa, patates ve salgınlar”

Düşünüldüğü gibi insanlar ilk günden itibaren dünyanın farklı yerlerinde dünyayı mesken edinmiş değillerdi. İlk olarak Afrika kıtasından 70 bin yıl kadar önce yayılmaya başlamış, sonraki 20 bin yıl boyunca Asyaya yayılmış, 40 bin ila 25 bin yıl önce Avrupa’ya ve Sibiryaya kadar ulaşmışlardı. Yani onbinlerce yıl sürmüştü bu göçler.

Ancak yine de yayılan bu topluluklar arasında herhangi bir temas yoktu haliyle.

Özellikle Amerika kıtasında işler daha da kötüydü. Neredeyse 10 bin yıl boyunca herhangi başka bir toplulukla neredeyse hiçbir teması olmamıştı. O nedenle kendi içlerinde Mayaların da bulunduğu Mezoamerika olarak bilinen bölgede tarım topluluklarına dönüşmüşlerdi. Tabi bu Kristof Kolomb ile İspanyolların sözde Amerika’yı keşfinden öncesiydi. Zaten binlerce yıllık toplulukların olduğu bir bölgeyi nasıl yeniden keşfediyorsun o ayrı bir konu ama buradaki asıl garip olan şuydu.

Bu topluluklar ve dünyanın diğer bölgelerinde de birbirinden tamamen kopuk kültürler birbirinden bağımsız bir şekilde çok benzer bir gelişim gösteriyordu.

Tarım, yerel yönetimler, imparatorluklar… Tapınakların ve hatta piramit denen yapılar bile birbirinden bağımsız bir şekilde, farklı coğrafyalarda ortaya çıkıyordu.

Avcı toplayıcılıktan gerek ekosistemin şartları gerekse artık nüfusun avcı-toplayıcılık ile idare edilemeyecek düzeye gelmesi nedeniyle yine tüm coğrafyalarda yine bağımsız bir şekilde farklı zamanlarda da olsa tarıma geçiş gerçekleşiyordu.

İpek yolu gibi ticaret yolları ortaya çıkıyor ve bu yollar sadece ticaretin değil bilginin ve yeniliklerin de çok daha hızlı bir şekilde yayılmasına olanak sağlıyordu.

Tarım faaliyetleri ile ortaya çıkan bolluk ile tarım toplulukları daha da genişliyor ve ticaret yolları ile bağlanan bu topluluklar arasında “küreselleşmenin” ilk dalgasını burada görmeye başlıyoruz.

500 yıl kadar önce Amerika’nın ve 300 yıl kadar önce Avustralasya olarak bilinen avusturalya, yeni gine, yeni Zelanda ve adaları da kapsayan bölgenin de kolonileştirilmesi ile insanlık ilk defa tek bir global sisteme erişmişti.

Küreselleşme, ilk olarak sanayileşme ve ardından teknolojik gelişmelerle ilişkilendirilir. 1456'da ilk kitabın Gutenberg'in matbaasında basılması, 1896'da ilk modern olimpik oyunların yapılması ve 1965'te ilk geniş alanlı bilgisayar şebekesinin (günümüz internetinin yapıtaşı) ABD'de kurulması, dünyanın küreselleşmesini sağlayan olaylara örnek gösterilebilir. Amerikalı ekonomist Timothy Taylor, küreselleşmeye karşı olan tepkilere karşın şunları ifade etmiştir: "Küreselleşme, ne ulusal ekonomiyi hasta eden bir zehir ne de kâr amaçlı holdinglerin işçileri sömürmek ve çevreye zarar vermek üzere kullandığı bir araçtır. Küreselleşme, ne sömürgeciliğin dönüşü ne de dünya yönetimine erişim anlamındadır. En temel düzeydeki basit anlamıyla küreselleşme, imkân dahilindeki ticarî aktivitelerin sınırlarının genişlemesidir. Coğrafî, teknolojik ya da yasal engellerle kısıtlanmış, satış, satın alma, üretim, borç verme, borçlanma faaliyetleri, daha pratik hâle gelmektedir. Kürselleşmeyle birlikte ortaya çıkabilecek olanakları araştırmak ve çözümlemek, yıldırıcı bir çaba, esneklik ve değişimi gerektirmektedir. Çünkü küreselleşme, yeni ekonomik olanakların bu tür olağanüstü büyük bir düzen içinde yer alışını kapsamaktadır. Küreselleşme, ürünlerin, fikirlerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin alış verişinden doğan bir uluslararası bütünleşme sürecidir.

Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme kapasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, birçok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından Robertson şöyle demştir: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın "birleşik" hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir"

İşte burada asıl “kolektif öğrenme” ve bilgi paylaşımı, birlikte gelişme karşımıza çıkıyor ve tıpkı bugün olduğu gibi küreselleşme çok farklı şekillerde tüm dünyayı etkiliyordu.

Tam da bu noktada başta bahsettiğimiz matbaa, patates ve salgınlar veya vebalardan bahsedebiliriz.

Matbaa ile başlamak gerekirse.

Kimine göre 200, kimi kaynaklara göre 300 bin yıl öncesine dayanan insanlık tarihini tam anlamı ile kökten değiştiren gelişmelerden birinin, belki de en büyüğünün yazı olduğunu sanırım herkes kabul edecektir.

İlk defa birisi neler olup bittiğine dair bize bir not bırakmaya karar verdikten sonra ortaya çıkan kaynaklar kolektif bilinç ve kolektif öğrenmeyi tamamen değiştirmişti.

Ancak sıkıntı devam ediyordu. Hala yazılan kaynaklar, kitaplar çok azdı ve sirkülasyonu da çok yavaştı. Birçok bilgi hala sözlü olarak aktarılıyor ve söz de haliyle uçuyordu. Matbaa bunu değiştirecekti işte. Milattan önce 200’lerde Çin’de ortaya çıkacak fakat geliştirilmesi, gerçekten hızlı bir şekilde kitap basılarak dağıtılması yüzyıllar alacaktı.

Yine de uzak doğudan orta doğuya kadar zaman içinde sayısız kitap basılıp dağılacak ve zaten Çin, Hindistan ve ardından İslam medeniyetleri bilimin, matematiğin, fiziğin temellerini atmaya başlayacaktı. Milattan sonra 900’lü yıllardan sonrası da biliyorsunuz. Önce Çin, Hindistan ve orta doğuda, ardından avrupaya taşınan bu bilgi birikimi sonrasında ve özellikle 1400’lerde Johannes Gutenberg’in modern matbaanın temellerini atacak keşifleri ile Avrupa’da aydınlanma ve bilimsel devrimler başlayacaktı.

Gutenberg’in matbaası ile 1450’den 1500’lere kadar sadece 50 yılda Avrupa’da 600 yılda yazılandan daha fazla kitap yazılmıştı.

1800’lerde inanılmaz gelişen matbaa ile de artık neredeyse herkes bir şekilde bilgiye erişebilir hale gelmişti.

Bu paylaşım, dolaşım, bilginin seyahati, erişilebilirliği sayesinde de bilimsel devrim başlamış, daha önce küçük gruplar dışında kimsenin ruhunun bile duymadığı inanılmaz karmaşık bilimsel fikirler çok hızlı yayılmaya ve kolektif bir şekilde çözüme ulaşmaya başlamıştı.

Michael Faraday de bir matbaada çalışmıştı biliyorsunuz. Eline geçen iki kitap ile tüm dünyayı değiştireceğini bilmeden. Sonra maxwell’ler, einstein’lar… Sonrası malum.

Ama şimdi. Gelelim patatese. Evet. Patates. Matbaa kadar olmasa da insanlık tarihini şekillendiren, çoğumuzun en sevdiği yiyeceklerden biri.

Aslen yine Amerika kıtasındaki yerliler tarafından dünyaya hediye edilen. Neredeyse tüm iklimlerde yetişebilen, yetiştiği toprağı sömürmektense daha da zenginleştiren, gerçekten mucizevi bir şey patates.

Takma adı bir zamanlar “hazır ekmekti” hatta. Binlerce yıl Peru ve Bolivya’daki toplulukları doyuran patates Amerika’dan dönen İspanyol ve diğer Avrupalılar sayesinde 1500’lerde Avrupa’da popüler olmaya başlamış ve onyedinci ve onsekizinci yüzyıldaki tarım devriminde çok önemli bir rol oynamıştı. Ki bu devrim sanayi devriminin de habercisi olacaktı.

Ancak patatesin ilk büyük etkileri 1600’lerde uzak doğu ve doğu asya’da yaygınlaşması ile görülecekti. Normalde kapasitesine ulaşmış olan bu bölgedeki nüfuslar patates sayesinde yeni bir bolluk görmüş ve aslında yaşanmak üzere olan büyük kıtlık bir yüzyıl kadar ertelenmişti. Ve aslında bu sayede matbaa ile ortaya çıkan kültürler arası ilişki de ilişki kurulabilecek insan sayısı ve potansiyel mucitler de fazlalaşmış ve hayatları kurtulmuştu.

Fakat patatesin İrlanda’da artık neredeyse tek gıda kaynağı olarak görülmesi ve yönetimin de bu konuda bir adım atmaması sonucunda ortaya çıkan patates kıtlığı nedeniyle milyonlarca insan açlıktan ölmüş ya da göç etmek zorunda kalmıştı.

Bununla birlikte patatesi Afrika’ya da götüren Avrupalıların bu hareketinin koloni baskıcılığının ilk örneği olduğunu söyleyenler de var.

Ve bunları küreselleşmenin erken dönemlerinin negatif yönleri olarak ele alabiliriz.

Ama şimdi gelelim bu kolektif ve birbirine bağlı toplulukların en dramatik sonucuna.

Salgınlar.

Afrika ve Asya coğrafyalarında tarım ile gittikçe artan nüfus ve ticaret ile birbirine bağlanan dünya sonucunda taşınan tek şey mal ve bilgi değildi tabi. Hastalıklar da, özellikle daha önce kopuk yaşayan toplulukların daha önce karşılaşmadığı türden hastalıklar da yayılmıştı.

Milattan Sonra 6. yüzyılda başlayan ve dalga dalga 8. yüzyıla kadar süren Jüstinyen Vebası, 14. yüzyılın ortalarında başlayan ve 19. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar sık sık geri gelen Kara Veba ve Birinci Dünya Savaşının son yılında başlayarak tüm dünyaya yayılan İspanyol Gribi. Bu üç küresel salgının her biri on milyonlarca kişinin ölümüne yol açtı.

6. yüzyıldaki Justinianus Veba Salgını ve 14. Yüzyıldaki Kara Vebanın bu yeni yaşam tarzının bir sonucu olduğu düşünülüyordu.

Yine Çin’de çıktığı düşünülen ve inanılmaz fazla sayıdaki sıçan popülasyonu ile yayılmaya başlayan Kara Veba sonucunda tahminlere göre 25 milyon kişi ölmüş, daha sonra söylentilere göre Moğolların Kırım’daki Kaffa şehrini işgalinde vebadan ölen cesetleri mancınıklarla fırlatmasının da etkisi ile ve sonunda Avrupa’ya da ulaşması ile Avrupa kıtasının neredeyse yarısının ölmesine neden olmuştu. Toplamda ise 100 milyondan fazla, hatta kimi kaynaklara göre 200 milyon kişinin ölmesine neden olmuştu.

Bu salgınların ve hastalıkların dolaşımından kültürel anlamda da en kötü etkilenen belki de amerikanın kolombdan önceki yerlileriydi. Çiçek hastalığı, kızamık gibi salgınlar ile 100 yıl dolmadan 50 milyondan fazla yerli hayatını kaybetmiş, tüm nüfusun, medeniyetin neredeyse soyu tükenme noktasına gelmişti.

Tüm bu trajedilerin en önemli etkisi elbette “potansiyel dâhilerin” de bu korkunç salgınlarda, şartlarda yitip gitmesiydi. Bu tabi ki artan nüfus, kaçınılamaz etkileşimin doğal bir sonucu olarak görülebilir fakat tüm bu olaylar bir noktada bugün geçmişe baktığımızda dünya ve insanlık tarihini de şekillendirecekti.

Bugün “batının” neden birkaç adım önde olduğunu da bize anlatıyor bir nevi. Bir noktadan sonra salgınların, savaşların artık yok etme noktasına getirdiği kültürlerde doğmuş ve dünyayı değiştirme ihtimali olan nice dehaların yok olup gitmesine neden olurken Avrupa ve Amerika yitip gitmeye yüz tutan bu kültürlerden elde ettiği bilgi birikimi, tecrübe ve kolektif bilgiyi almış, üzerine koymuş ve sonunda bu noktalara gelmiştir.

Sonuçta kendisi de salgınlardan oldukça etkilenen batının bu konuda öne çıkarken diğer kültürlerin neden daha geride kaldığını birçok şeye bağlayabiliriz. İster tarihsel bir tesadüf diyebiliriz. İstersek “dış güçler” de. Ama ne dersek diyelim daha önce de konuştuğumuz gibi dâhiler sadece batıdan çıkmadı. Çok başka kültürlerde de inanılmaz dehalar vardı. Oldu. Ve olacak da. O nedenle.

Bugün karşılaştığımız bu pandemi birçok açıdan tarihin de tekerrürü gibi gelebilir. Fakat bir farkla. Artık daha hazırız. Artık bu konularda daha birlikte çalışıyoruz. Artık salgınların önüne geçebilecek, çok hızlı müdahale edebilecek tıbbi ve teknolojik gelişime sahibiz. Artık politikacılar ne derse desin, insanların büyük bir kısmı savaşların çözüm olmadığının farkında.

Bunu çok farklı açılardan da hissediyoruz ve hissedeceğiz. Çünkü artık tüm dünyanın yeni bir yönetim anlayışına ihtiyacı var. Geçen yüzyılın sistemleri yarının geleceğini yönetmeye uygun ya da donanımlı değil. İşte bunu da hep birlikte “ortak bilinçle” siz, yeni nesil ile birlikte biz yazacağız.

Küreselleşme ile zengin-yoksul arasındaki fark hızla açılmakta uçuruma dönüşmektedir. Dünya nüfusunun en zengin %20’sinin gelirinin en yoksul %20’ye olan oranı 1827 yılında 3 iken, 1960 yılında 30, 1990 yılında 60, 1997 yılında 76 kata çıkmıştır ve bu şekilde giderse 2020 yılında 120 kata çıkacaktır (Bezruchka, 2000). Bu dengesizlik zengin ve yoksul ülkeler arasında olduğu gibi aynı ülkenin zengin ve yoksul kesimleri arasında da söz konusudur.










Kaynaklar:

https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCreselle%C5%9Fme#:~:text=K%C3%BCreselle%C5%9Fme%2C%20%C3%BCr%C3%BCnlerin%2C%20fikirlerin%2C%20k%C3%BClt%C3%BCrlerin,do%C4%9Fan%20bir%20uluslararas%C4%B1%20b%C3%BCt%C3%BCnle%C5%9Fme%20s%C3%BCrecidir.&text=D%C3%BCnyan%C4%B1n%20birle%C5%9Fik%20hale%20gelmesi%2C%20tekd%C3%BCze,ve%20k%C3%BClt%C3%BCrel%20boyutlu%20bir%20s%C3%BCre%C3%A7tir.

https://bebarbilim.net/insanligin-kuresellesme-hikayesi-matbaa-patates-ve-salginlar/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çöp DNA (İnsan DNA' sının %98' i)

Bakım Yönetimi

Matrix Felsefesi ve Platon' un Mağara Alegorisi