Evren, Holografik Kuantum Bilinç ve Gerçeklik Hk' da

İnsan bilinci kuantum fiziğini etkiliyor mu? İnsan beyninden bağımsız dış dünya var mı, yoksa gerçekliği insan beyni mi yaratıyor? Peki nesnel gerçeklik yoksa her şey algı yönetimi mi ve bu durumda kim kimin hayali? Evren bir simülasyon mu sorusunu kuantum bilgisayarlarla birleştiren holografik kuantum bilinç teorisini gerçek sonrası dönem bağlamında görelim.
Descartes, varoluşunun sırrını çözmek için felsefi olarak zihninin derinliklerine inmiştir ve her şey ilizyon olsa dahi “kendi düşüncelerinin” onun var olduğunun kanıtı olduğunu keşfetmiştir. Ve çok meşhur sözü etmiştir “Cogito, ergo sum” yani “Düşünüyorum, öyleyse varım” İşte bizim varoluşumuzun sırrı bu bedenimizde gizli değildir, düşüncelerimizde gizlidir. “Ben” demek var oluşunu oluşturmak demektir.
Peki düşünceler bilince mi ait? Bilinç beyne mi ait ruha mı? Bir sonraki akla gelen soru budur. Yogesh’in bir seminerinde hepimize sormuştu, “Siz kimsiniz?” İnsanlar düşünmeye başladı. Ve Yogesh devam etti “Mühendis, doktor veya herhangi bir isim misiniz… Hayır bunların hepsi etiket. Siz aslen ruh’sunuz. Ben kimim sorusunun cevabı; Ben ruhum olmalıdır”
Çok doğru bizler ruhuzu, beden kıyafeti giymiş ruhlar. Ruh, kendi doğasını ifade etmek için bedenin bir organı olan beyini kullanılır yani bilinci. Bilinç Ruhun “düşüncelerini” aktaran katmandır lakin ruhun ta kendisi değildir. Ruh sonsuzluğa aittir, ruhun kelamını ileten bilinç ise “şimdiki yaşamdaki benliğimize” aittir.
Bilinç Aşaması (Buzdağının su yüzeyinden görünen kısmı): Bilincinde olduğumuz her türlü düşünce ve algılar bilinç aşamasını oluşturur. Bu düşünce ve algılar farkındalık eşiğinin üzerinde kaldıklarından kendilerini açıkça belli ederler. Bilincimiz, aklın denetimindedir. Yargılar değerlendirir ve iyi, kötü, hoş gibi kavramlara dönüştürürler.
Ön Bilinç Aşaması (Buzdağında su seviyesinin hemen altı): O anda bilincinde olmasak da hemen bilince aşılayabileceğimiz anılar ve dünya bilgilerini kapsar. Bu aşama, bilinçle bilinçaltı arasında bir tür geçiş aşaması görevi üstlenir.
Bilinçaltı (Buzdağının suyun altındaki geri kalan kısmı): Buzdağı benzetmesinde, buzdağının en büyük alanını oluşturur. Bilinçaltı kısacası tüm programın yazıldığı alandır. Bilinçaltımız, bilincimizin inandığı ve doğru kabul ettiği emirleri aynen uygular. Mesela, sevilmeyen yemekler yıllar önce bilinçaltına gönderilerin emirlerin sonucudur. Kendine güven, sabır, irade, aşk, hırs, cesaret, otonom sinir sistemi, reflekslerimiz, hazır cevaplılık, bellek, kendimiz hakkında itiraf edemediğimiz kabullerimiz hep bilinçaltının kontrolündedir.

Bilgiler, duyularımız ve düşüncelerimiz vasıtasıyla bilinçaltına işlenir. Bilinçaltına işlenen bilgiler ve bu bilgilerin sonuçları, bilinç üzerinden kendini belli eder. Bu yüzden işlenen bilgilerin ne denli bir bağlantıya dönüşeceği tahmin edilemez derecededir. Bir an aklınıza çok sevdiğiniz bir akrabanızın geldiğini düşünün. Bu hatırlama sonucu belki de farkında olmadan bilinçaltınıza gönderilen bir sinyalin eseri olabilir.
O an aldığınız bir koku, bir görüntü, küçük bir ses hızlı bir bağlantı süreciyle akrabanızı size hatırlatmış olabilir. Üst bilinç bu bağlantıyı gözleyemese de, bilinçaltında tüm eylemler planlı ve farkındalık ile gerçekleşmektedir. Bu yüzden bilinçaltı dünyası, gizemin ana merkezidir.
“Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür…
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür…
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür…
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür…
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür…
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür…”
(Mahatma Ghandi)
KUANTUM GERÇEKLİK NEDİR?
Öncelikle: Aynı anda hem Jedi, hem Gandalf hem de kuantum teorisyeni olmayı başarabilen evrenin ilk saygın fizikçisi Roger Penrose’un iddialarının tersine, insan beyni kuantum bilgisayar değildir.
İkinci olarak koçluk jargonundaki kuantum evren ile kuantum fiziği aynı şey değildir.
Deneyimli eğitmenlerimiz hayatta her şeyin birbirine bağlı olduğu, insani iletişim ve insan ilişkileri üzerine kurulduğunu söylemek istiyorlar. Oysa Einstein’ın dediği gibi görelilik teorisinin aşkla hiçbir ilgisi yoktur; yani bilimsel gerçeklerle hayat derslerini birbirinden ayırmamız gerekiyor.
Bir elektronun spinini ölçmediğinizde, kuantum mekaniğine göre o elektronun spinini bilemiyor olma nedeniniz, sizin "bilgisizliğiniz" değildir. O elektron, aynı anda hem yukarı spin hem de aşağı spin niteliklerine bir arada sahiptir. Bunların bir bileşkesi, yani bir süperpozisyonu halindedir. Bu, bir bilardo topunun aynı anda hem sağa hem sola dönüyor olması gibidir. Bir top için bunu tahayyül bile edemeyiz, ancak bir elektron için bunun gerçek olduğunu deneysel olarak bilmekteyiz.
İşte Schrödinger'in Kedisi Deneyi de zaten bunun absürtlüğünü göstermek için, bizzat Erwin Schrödinger tarafından ileri sürülmüştür: Kuantum fiziği, kutunun içini açıp bakana kadar, yani bir ölçüm yapana kadar, kedinin hem ölü hem diri olduğunu söylemektedir. Ama bir şeyin absürtlüğünü göstermek, her zaman onu çürütmek için yeterli değildir. Hele ki sözünü ettiğimiz şey, binlerce deneyle doğrulanmış bir kuantum gözlemiyse...
Sonuçta bir şeyin aksinin saçma olduğunu göstermek (reductio ad absurdum) o şeyin varlığını kanıtlamaz. Aksi saçma olabilir ama o şeye neden olan asıl şeyi bilmiyor olabiliriz.
Benzer şekilde, ışığın hem bir parçacık hem de bir dalga gibi davranıyor olması, klasik dünyada hiç de aşina olmadığımız bir şeydir. Buna "dalga-parçacık ikiliği" deriz. Bir şey, nasıl aynı anda iki şey olabilir? İşte, kuantum parçacıkların klasik özellikleri yok gibi gözükmektedir. Bu da, realizm için büyük bir problemdir.

KUANTUM BİLİNÇ VE ALGI YÖNETİMİ
Kuantum fiziğini ve kuantum gerçekliği bilimsel olarak öğrenirsek çok daha tutarlı dünya görüşleri ve bilgelik yolları geliştirebiliriz. Bilgeliği insanın vicdanına ve hayat tecrübesiyle gelişen bilinçli farkındalığına bırakabiliriz.
GERÇEK SONRASI DÖNEM
Bir de yanıltıcı propaganda ve yalan haberlerin gerçeklerin önüne geçtiği bir algı yönetimi dünyasında yaşıyoruz. Troller doğruları bastırmak için sosyal ağlarda insanlara hakaret ediyor. Politikacılar gerçekleri görmezden gelerek aynı şeyi 40 kez tekrarlıyor. Bilimsel ve tarihsel gerçekler, kanıtlar göz ardı ediliyor. Benim bilgisizliğim senin bilgine eşittir tarzında bir lümpen proletarya kültürü yaratılıyor.
Kısacası gerçek sonrası dönemde yaşıyoruz. Bu yazının bir amacı da doğruyu yanlıştan ayırabilmek için insan bilinci ile kuantum fiziği arasındaki bilinen bağları göstermek: Evet, beynimiz bir kuantum bilgisayar olmayabilir; ama bu insan beyninin kuantum gerçekliği etkilemediği anlamına gelmez.
Peki etkiliyorsa ne kadar etkiliyor? Bizden bağımsız objektif bir evren var mı? Yoksa varoluş insanın kurduğu karmaşık bir hayal mi? Bilimsel merakımızı gidermek ve algı yönetimine kapılmadan özgür düşünceyi geliştirmek için bu sorunun yanıtını görelim.
HOLOGRAFİK KUANTUM BİLİNÇ VAR MI?
Derin bir nefes alıp yeterince konsantre olursam düşündüğüm şeyler gerçek olur mu? Örneğin otomobil istiyorsam yoktan BMW yaratabilir miyim? Tabii ki hayır ve 5 yaşındaki bir çocuk bile bunu bilir. Öyleyse neden kuantum fiziğini kuran Heisenberg, Pauli ve Schrödinger gibi en büyük fizikçiler insan bilinci ile kuantum fiziğinin birbiriyle yakından bağı olduğunu düşünüyordu?
Kuantum fiziğinin gariplikleri yüzünden tabii:
Parçacıklar aynı anda iki yerde birden olabilirler, ışıktan hızlı etkileşim kurar gibi anında değişebilirler veya aynı anda birden fazla geçmişi yaşayabilirler. Dahası bu alternatif geçmişleri aralarında değiş tokuş edebilirler. Üstelik deneyler de gözlemcilerin baktıkları parçacıkları değiştirebildiğini gösteriyor. Öyleyse gerçekliği insan beyni yaratıyor olabilir.
Bütün bunlar insanın hayal gücünü kışkırtıyor. Dahası matematiği kullanarak evrenin ve gerçekliğin sırlarını aydınlatabildiğimiz için fizikçileri bu tür sorular sormaya teşvik ediyor. Biz de holografik kuantum bilinç olup olmadığını görmek için kuantum fiziğinin başlangıcına gitmek zorundayız.

Solda Bohr, sağda Pauli ve ortada Heisenberg.
KOPENHAG YORUMU
Bu yorumu atom teorisinin kurucusu Niels Bohr ve belirsizlik ilkesini ortaya koyan Werner Heisenberg geliştirdi. Öyle ki atomlar üzerinde deney yaparak detektörle onlara bakar, onları ölçer ve bunu bilgisayar kaydederken onların konumuyla hızı gibi fiziksel özelliklerini de değiştirmiş oluruz.
Kopenhag yorumuna göre işte bu yüzden bir şeyi ölçmeden önce insandan bağımsız objektif gerçeklik var mıdır? sorusunu sormak anlamsızdır. Sonuçta ölçümler gerçekliği değiştiriyor ve bu nedenle gözlemlerin de gerçekliği belirlediğini söyleyebiliriz. Şimdi bu garip fikrin kökeni görelim.

Parçacık mı, dalga mı?
ÇİFT YARIK DENEYİ
Belirsizlik ilkesi yanlış mı yazısında detaylı olarak anlattığım gibi kuantum fiziğinin en ünlü deneyi çift yarık deneyidir. Bir elektron tabancası alırız, önüne iki yarıklı bir engel koyarız ve tabancayla ateşlediğimiz elektronun yarıklardan geçerek arkadaki perdeye nasıl ulaştığına bakarız.
Elektronları ateşlediğimiz zaman, tek bir elektron kullansak bile hepsinin arkadaki perdeye dalgalı bir desen halinde (girişim gölgeleri) yansıdığını görürüz. Sanki elektron bir parçacık değil de yarıklardan geçerken kendi kendisiyle girişim yapan bir dalgadır. Elektrona dalga gözüyle bakarsak onun tıpkı deniz dalgaları gibi iki yarıktan birden geçtiğini görürüz.
Yok elektrona parçacık gözüyle bakarsak (yani tam yarıklardan geçerken ona bakarsak) bu kez de parçacık olarak davrandığını ve sadece tek bir yarıktan geçip arkadaki perdeye mermi gibi çarptığını görürüz. Sanki yarıklara bakmadığımız zaman, yani elektronun hangi yarıktan geçtiğini bilmediğimiz zaman dalga gibi davranıyor ve arkadaki perdeye girişim desenleri oluşturarak yansıyor.
Bu durumda gözlem yapmak elektronun dalga veya parçacık olmasına sebep oluyor. Aynı zamanda hangi yarıktan geçeceğini de etkiliyor. Öyleyse gözlem yapmak gerçekliğin doğasını değiştiriyor.

Dev kara delikleri mikroskobik kuantum dünyasına nasıl bağlarız?
HOLOGRAFİK KUANTUM BİLİNÇ VE ELEKTRON
Elektron bu yarıklardan ne parçacık ne de fiziksel dalga olarak geçer. Elektronu taşıyan bir fiziksel pilot dalga da yoktur. Bunun yerine, elektron yarıklardan olasılık dalgası denilen bir soyut dalga olarak geçer.
Parçacık olarak tek bir yarıktan geçtiğinde yine olasılık dalgasıdır; ama bu kez o yarıktan geçme olasılığı ezici olduğu için detektörlere parçacık olarak gözükür. Ayrıca elektronun detektörlerle etkileşime girmesi, onun olasılık dalga fonksiyonunu çökerterek tek bir olasılığın ezici üstünlük kazanmasını sağlar. Bu da onu bir anlamda parçacığa dönüştürecektir. Kopenhag yorumu budur.
Holografik kuantum bilinç teorisi ise şu sorudan çıktı: Elektron dalga fonksiyonu ne zaman çöküyor?
Mikroskobik kuantum dünyası gözle görülen klasik fizik dünyasına nerede geçiş yapıyor? Yarıktan geçerken mi, perdeye yansıdığı zaman mı, detektör elektronu görünce mi, veriyi bilgisayara aktarınca mı, bir insan ekrana bakınca mı? Kısacası etkileşim anında mı (hangi etkileşim?), yoksa kayıt altına alındığı zaman mı (bilgisayar kaydı mı, bilinçli insan farkındalığı mı)?
HOLOGRAFİK KUANTUM MUAMMASI
Kuantum fizikçilerin bu sorular hakkında bugüne dek anlaşabildiği tek nokta, elektronun ölçülmeden önce dalga fonksiyonu olduğu ve enformasyonun elektron ölçüldükten sonra ortaya çıktığıdır (elektron ölçülünce/gözlemlenince ham veriden enformasyona geçiş yapar).
HOLOGRAFİK KUANTUM BİLİNÇ VE KLASİK DÜNYA
Bunun için çift yarık deneyine yakından bakalım: Elektronun dalga fonksiyonu iki yarıktan birden geçiyor, elektronik detektöre ulaşıyor, detektördeki elektronlardan birini tahrik ediyor (enerjisini artırıyor).
Tahrik olan bu elektron, elektronik devre üzerindeki diğer elektronları etkiliyor. Böylece detektör içinde yayılan ve kabloyla dışarı iletilen bir elektrik akımına yol açıyor. Elektrik akımı bilgisayar ekranına ulaşınca elektronun detektörde nereye çarptığını gösteren bir nokta (piksel üretiyor). Sonuçta ekran orijinal elektronun enformasyonunu taşıyan elektrik akımına göre aydınlanıyor.
Sonra ekrandaki pikseli oluşturan ışık parçacıkları olan fotonlar odada yol alıyor ve ekrana bakan bilim insanının gözüne giriyor. Gözün içindeki ağ tabakasında yer alan ışığa duyarlı molekülleri tahrik ediyor. Bunlar da optik sinirler ile beyin kabuğundaki görme merkezini uyaran bir elektrik akımı gönderiyor.
Beynin uzayda konumlandırmakla ilgili diğer bölgeleri de uyarılıyor ve böylece çift yarık deneyindeki elektronu gösteren görüntüyü aslına sadık biçimde görmüş oluyoruz; çünkü beynimizdeki elektrik akımı da orijinal elektronun enformasyonunu içeriyor.

HOLOGRAFİK KUANTUM DALGA FONKSİYONU
Fizik biliminde detektörle zihin arasında gerçekleşen bu olaylar zincirine von Neumann silsilesi deriz. Adı da ünlü Macar asıllı Amerikalı fizikçi John von Neumann’dan gelir. Ona göre dalga fonksiyonu detektör aparatı ile insan beyni arasında bir yerde çökmelidir; ama tam olarak nerede? Kuantum fiziğinde buna ölçüm problemi diyoruz:
Bunun yanıtı detektör olamaz; çünkü ilk elektronun onun içinde uyardığı elektron da bir kuantum nesnesidir. Onun da ilk dalga fonksiyonuna oldukça iyi karşılık gelen bir dalga fonksiyonu var. Dalga fonksiyonu da bir elektronun sahip olabileceği bütün enerji düzeylerini gösterir.
Kuantum fiziğine göre siz bunu ölçmediğiniz zaman bütün olasılıklar aynı anda gerçektir. Öyle ki elektron süperpozisyon halindedir (elektronun bütün olasılıklarının iç içe geçmiş bulanık resimler gibi üst üste binmesi).
Bütün elektronlar kuantum fiziğine tabi olduğuna göre, dalga fonksiyonu detektörün içinde çökmeyecektir. Hatta elektrik akımı detektörden bilgisayara geçerken, bütün elektronları orijinal elektronun süperpozisyonuna karşılık gelen süperpozisyon halinde tutacaktır!

VON NEUMANN VE HOLOGRAFİK KUANTUM BİLİNÇ
John von Neumann dalga fonksiyonunun bilinçli bir gözlemci deney sonucunun farkına vardığı anda çökeceğine inanıyordu. Kuantum fiziğinin kurucu babalarından olan Macar asıllı Amerikalı fizikçi Eugene Wigner da böyle düşünüyordu. Zaten ikisi Princeton’da birlikte okudukları için arkadaştılar ve birbirlerinin geliştirdiği teorileri biliyorlardı.
Dalga fonksiyonunun bilinçte çöktüğü teorisine Neumann-Wigner yorumu diyoruz. Bu da aslında Kopenhag yorumu kapsamına giriyor. Tamam bu kadar fikir yeter. Nasıl test ederiz? 1961 yılında Wigner bununla ilgili bir test yaptı. Arkadaş deneyi:
Diyelim ki çift yarık deneyini siz yapmıyorsunuz, arkadaşınız yapıyor. Siz de elektron gözlem sonucunu ona sorarak öğreniyorsanız. Sanki elektrona bakmak yerine elektronun aynadan yansıyan görüntüsüne bakar gibi yapıyorsunuz. Yine diyelim ki deney PC ekranında tek bir foton üreterek bitti; ama bunu sadece arkadaşınız biliyor.
Öyleyse von Neumann silsilesine yeni bir halka ekledik: Artık gözlemlenen elektronun enformasyonu sizin beyninize ulaşmadan önce arkadaşınızın beyninden geçecek (Kuantum ışınlamadaki dolanıklık yoluyla anında etkinin bilim insanlarını neden zorladığını şimdi görebiliyor musunuz? Neyse ki evrende anında etkileşim var ama ışıktan hızlı iletişim yok). Deneye geri dönecek olursak:

HOLOGRAFİK KUANTUM DENEYİ
Şimdi çok garip bir durum var: Arkadaşınızın beyni deney sonucunu sizden önce bildiği için, detektör onun açısından süperpozisyon halinde olsa bile enformasyona sahiptir. Oysa siz bunu bilmediğiniz için sizin açınızdan hem detektör hem de arkadaşınızın beyni süperpozisyon halindedir! Arkadaşınızın beyninin dalga fonksiyonu deney sonucunu size bildirdiği zaman çöker.
Tabii arkadaşınıza “Hey dostum, senin beynin bana göre bulanık süperpozisyon halinde” derseniz “Yok canım, ben enformasyona sahibim” yanıtını verecektir. Elbette bu sırada çıldırdığınıza hükmetmediyse… Böylece kuantum ölçüm probleminin özünü de görmüş olduk: Sorun dalga fonksiyonun çöküyor olması değil. Bunu herkes kabul ediyor.
Hatta “Aman canım, bana ne? Nerede çöküyorsa çöküyor” diyebilirsiniz. Asıl sorun, iki ayrı gözlemcinin dalga fonksiyonunun çöküşünü farklı zamanlarda görmesidir. Daha vahim bir ifade ile iki ayrı gözlemcinin birbiriyle çelişkili olan iki kuantum durumunu aynı anda görmesidir.
Wigner bu noktada bilimsel soruları olabildiğince basit yanıtlama ilkesi de diyebileceğimiz Occam’ın usturasından yararlanarak dedi ki: İki insan beyni birbiriyle süperpozisyon halinde olamaz. Aslında kuantum fiziğine göre olabilir; ama dalga fonksiyonu bir deneyle ilgili iki ayrı sonuç verecek şekilde çökmüş olan iki ayrı insan beyni süperpozisyon halinde olamaz. Dalga fonksiyonu zaten çökmüştür!

HOLOGRAFİK KUANTUM ÇELİŞKİSİ
Von Neumann bu çelişkiyi gidermek için dalga fonksiyonu insan beyninde çöker dedi. Düz mantık yürütmüştü.
Gözlemlenen elektronun dalga fonksiyonu deney sonuçlarına bakan ilk kişinin beyninde çöküyordu; yani siz deney sonucunu sonradan öğrenirken dalga fonksiyonuna değil, çökerek gösterdiği enformasyona ulaşıyordunuz.
Ancak, bu düşünce deneyi bilimsel olsa da ölçüm problemini çözen bilimsel bir sonuç üretemedi; çünkü bu anlattıklarım Neumann’ın sadece akıl yürütmeyle vardığı sonuçlardır. Deneysel gözlemlere dayanan sonuçlar değildir. Sonuçta bir şeyin aksinin saçma olduğunu göstermek (reductio ad absurdum) o şeyin varlığını kanıtlamaz. Aksi saçma olabilir ama o şeye neden olan asıl şeyi bilmiyor olabiliriz.
Nitekim felsefede tanrının varlığını kanıtlamak isteyen teologların savunduğu son nokta bu olmuştur; ama bunun hiçbir şeye kanıt olamayacağı gösterilmiştir. Peki biz holografik kuantum bilinç çelişkisini çözemeyecek miyiz? Dalga fonksiyonu nerede çöküyor? Bunun için diğer fizikçilere bakalım.
Örneğin yine kuantum fiziği kurucularından Wolfgang Pauli aynı zamanda ölçüm problemini ilk ortaya atan kişiydi. Hatta Kopenhag yorumunun bu çelişkiyi gidermek için geliştirildiğini söyleyebiliriz. Gerçi sonuna dek pozitivist olan Niels Bohr dalga fonksiyonu nerede çöker sorusuyla hiç ilgilenmedi. Hatta Einstein onu mistisizmle suçlayınca ben asla öyle bir şey demedim yanıtını verdi.
SUS VE HESAPLA
Bohr özetle “Nerede çöker bilmiyorum, merak da etmiyorum. Bilmediğimiz konularda susup ve hesaplayım” derken, Kopenhang yorumuna ortak isim babalığı yapan Heisenberg ilk zamanlarda mistik yorumlara oldukça açıktı. Hatta olasılık dalga fonksiyonunu başımıza bela eden Erwin Schrödinger bile, 1958 yılında bu konuya yönelik olarak Zihin ve Madde dersini vermişti. Ona göre ancak insan zihni, yani bilinçli gözlemci fiziğe anlam verebilirdi. Gerisi çorap söküğü gibi geldi:

HEİSENBERG FİKİR DEĞİŞTİRDİ
Bu dünyada insanlar sadece bilimsel ve felsefi düşünce yöntemlerini uygulayarak fikir değiştirebilirler. İlk fizikçiler de sadece bilimsel bir soruyu yanıtlamaya çalışıyorlardı. Dahası nesnel gerçekliğin fiziksel gerçeklikten nasıl ortaya çıktığı, dalga fonksiyonunun nasıl ve nerede çöktüğü gibi sorular çoktan yanıtlandı.
Dolayısıyla Heisenberg gibi bazı fizikçiler yeni bulgular ışığında fikir değiştirdiler. Örneğin Heisenberg sonraki yazılarında, gözlemlenen elektronunun dalga fonksiyonunun deneyden detektöre ve oradan bilgisayar ile nihayet insan beynine geçmesi sırasında peyderpey çöktüğünü söyledi. Anlık olmayan bu süreç çöküşünü Kuantum Darwinizm konjonktüründe formüle ettik.
Fiziksel dünyamız söz konusu olduğunda, bilimsel araştırmalar boyutun gerçekten önemli olduğunu gösteriyor. Bir kum tanesinden bir galaksiye kadar olan “büyük” nesneler, klasik fizik denen bir dizi kurala göre hareket ederken atomlar ve parçacıklar gibi minik nesneler, tamamen farklı bir dizi kurala, 1900 ’lerde ortaya atılan kuantum fiziğine göre hareket ediyorlar.
Bilim insanları, yıllardır bu iki apayrı fiziği bağdaştırmanın bir yolunu arıyorlar. Şimdilerde ise, 2003 yılında Polonyalı teorik fizikçi Wojciech Zurek tarafından ortaya atılan bir teori, potansiyel bir aydınlanma kaynağı olarak ilgi çekmeye başlıyor: Kuantum Darwinizm.
Kuantum dünyasının en tuhaf taraflarından biri de süperpozisyon; yani bir kuantum sisteminin, tek seferde birden fazla durumda var olma kabiliyeti. Görünüşte bu sistem, biz onu gözlemlediğimiz anda iki durumdan birine geçiyor (kuantum dünyasından klasik dünyaya hareket ediyor).
Bu sürece, uyumun kaybolması deniyor ve kuantum Darwinizmi de bu durumu açıklamaya yönelik bir girişim olma özelliği taşıyor.
Kuantum Darwinizmi, söz konusu kuantum sistemini bu iki durumdan birine geçmeye zorlayan şeyin bizim yaptığımız gözlem olmadığını; bunun yerine, bu sistemin çevreyle olan etkileşiminin, uyumun kaybolmasına sebep olduğunu öne sürüyor. Kuramın taraftarları, bu durumun büyük nesneleri kuantum ölçeğinde niçin görmediğimizi açıklayabileceğini söylüyor; çünkü bu nesneler, sürekli çevresel etmenlere maruz kalıyor.
Çevrenin bu etkiye nasıl yol açtığına gelirsek; Zurek’in kuramına göre, kuantum sistemlerinin “gösterge durumları” varmış. Bunlar; bir parçacığın konumu veya hızı gibi özel ve ölçülebilir niteliklermiş.
Bir parçacık kendi çevresiyle etkileşime girdiğinde, bu niteliklerin bütün süperpozisyonları (alternatif konum veya hızlar) arasındaki uyum kayboluyor ve geriye sadece gösterge durumu kalıyormuş. Bunu pek çok insan gözlemleyebiliyormuş çünkü parçacık, kendi kopyalarının “izini” çevreye bırakıyormuş.
Darwinizm kavramı ise burada devreye giriyor: Yalnızca “en uygun” olan durum (kendi özgün ortamına en uygun olan), bu uyum kaybı sürecinde hayatta kalıyormuş.
Zurek, 2008 yılında Temel Sorular Enstitüsü’ne şöyle söylemiş: “Kuantum Darwinizminin ana fikri, neredeyse hiçbir şey üzerinde doğrudan ölçüm yapamıyor olmamız. Çevre, evrenimiz hakkındaki bilgilerin birçok kopyasının dağınık halde yer aldığı büyük bir reklam panosuna benziyor.”
Quanta Magazine dergisinde yer alan yeni bir makaleye göre üç ayrı araştırma grubu, kuantum Darwinizmini test etmek için bir kuantum sisteminin kendi kopyalarını çevresine bıraktığına yönelik işaretler aramış; şimdiye kadar ise, kuramın doğru çıktığı görünüyor.
“Bütün bu çalışmalarda, beklenen şeyler görülüyor; en azından takriben” diyor Zurek. Yani, büyük şeylerin fiziğiyle çok küçük şeylerin fiziğini uzlaştırma yolunda ilerliyor olabiliriz.
Wigner da fikir değiştirdi ve nesnel gerçekliğin ortaya çıkmasında bilince bir rol vermekle birlikte, zihne başrol vermeyi reddetti (maddeyle etkileşime giren fiziksel sistemlerden biri de zihindir ama zihnimiz özel sihirli güçlere sahip değildir). Özellikle de evreni bilinç oluşturur diye özetlenebilecek olan solipsistik (tekbenci) dünya görüşü safsatasını reddetti.

TEKBENCİLİK VE HOLOGRAFİK KUANTUM BİLİNÇ
Tekbencilik çelişkilidir. Ben mi sizin hayalinizim, yoksa siz mi benim hayalimsiniz? Evren rüyasını kim görüyor?.. Neyse, biz holografik terimine geri dönelim; çünkü kuantum başlığını kullanan bazı kitaplar şimdi de holografik beyin teorisini çarpıtmaya başladılar.
Süpersicim teorilerini birleştiren M teorisinin Bekenstein bağı konjonktüründe üç boyutlu evreni iki boyutlu bir hologram olarak yansıtarak 2B olarak ifade edebileceğimiz gerçeğinden yola çıkan holografik beyin taraftarları, evrenin de üstün bir varlık tarafından insan beynine uydu yayınıyla yansıtılan bir hologram olduğunu söylediler.
Öyle ki özgür iradeniz yok. Siz üstün bir varlığın size dikte ettiği komutları duyularınız denilen antenle alıp beyniyle uygulayan otomatik bir robotsunuz… Bu fizik bilimiyle alakası olmayan bir safsatadır. Ancak, biz bilimin sınırları içinde kalarak devam edeceğiz:

NASIL KANITLARIZ?
Wigner deneyinin özel bir türüyle: Yine elektronu gözlemleyecek olan iki bilim insanı olsun. Ancak, bu kez detektördeki enformasyona ikisi de aynı anda baksınlar. O zaman aynı sonuca ulaşarak bu sonuç üzerinde uzlaşırlar. Böylece elektronun dalga fonksiyonu nerede çöktü sorunu kalmaz. İnsanların deney sonuçları üzerinde uzlaşabilmesi nesnel gerçekliğin en basit ve bariz kanıtıdır.
Nitekim nesnel olmayan hiçbir konuda da uzlaşıya varamayız: Zevkler ve renkler tartışılmaz. Din de bir inanç meselesidir. İnsanlar sadece bilimsel düşünce ve vicdanla (ahlak) anlaşabilirler. Yine de yazıyı bitirirken o kadar hızlı gitmeyelim:
Kuantum Darwinizm konjonktürüne göre ve belirsizlik ilkesi nedeniyle zamanı kesin olarak ölçemezsiniz. Bu nedenle aynı ekranın başında olsanız bile, deney sonucunu önce kimin gördüğünü bilemezsiniz. Ancak bunu kimse bilemez. Dolayısıyla kim önce gördü sorusu anlamsızdır. Ham veri olarak dalga fonksiyonu elektrondan size gelene kadar aşama aşama çöker.
Çökünce de enformasyona dönüşür; ama çökme tamamlandığında yüzde 100 kesin olmasa da neredeyse kesin bir sonuç oluşur. Bu sebeple ölçebileceğiniz kadar kesin bir zamanda ekrana bakan herkes sonucu aynı anda görmüş gibi olur. Dolayısıyla deney sonuçları üzerinde evrendeki herkes anlaşabilir. Sadece evrenin tamamını gösteren en genel dalga fonksiyonu çökmemiş ve bulanık olabilir.

SONSÖZ
Böylece evrende nesnel gerçeklik olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını gösterdik. Nesnel gerçeklik dış dünyadaki olayları algılamak ve öğrenmek için kullandığımız bir kurgu değildir. Nesnel gerçeklik fiziksel gerçekliğin bir alt dalıdır. Nesnel gerçeklik olduğu için algı yönetimine kapılmadan ulaşabileceğimiz bir hakikat de bulunmaktadır.
Peki insan beyni kuantum bilgisayar olmasa bile tekbenci olmayan ve bilimsel sınırların dışına çıkmayan holografik kuantum bilinç var olabilir mi?
Bizim kadar zeki, meraklı canlılardan oluşan ve bizim ürettiğimiz bir evrenin "tanrısı" olmamıza ne kadar kaldı?
İnsanlar meraklı varlıklardır ve bu merak insanların evren içerisindeki yuvası Dünya'da ilginç fikirleri de oluşturmasını sağlar: tanrılar, evrim, kuantum bilinç ve çoklu evrenler gibi.
Fakat, belki de meraklı varlıklar olarak yaşadığımız ve fikirlerimizi ürettiğimiz bu Dünya gerçek değildir. Belki de, üstün zekalı başka varlıkların yarattığı bilgisayar simülasyonu içerisinde yaşıyoruzdur. Bu fikrin sahibi filozof Nick Bostrom'a göre, aslında bu fikir varlığımızın açıklanma yöntemlerine çok benziyor.
Bu fikrin inandırıcılığı ya da gerçekliği üzerinden tartışmanın şuan için pek bir önemi yok buradaki asıl soru: bu tarz bir simülasyonu bizim oluşturmamız mümkün mü? İnsanların, içerisinde kendi varlıklarını sorgulayabilecek yaratıkların bulunduğu yapay bir evren oluşturmasının olanağı var mı?
Bu noktadaki ilk gerekliliğin, insan ile aynı zihinsel gelişim aralığında yapay bir zeka oluşturmak olduğunu söyleyebiliriz. Imperial College London'dan kognitif (bilişsel) robot bilimci Murray Shanahan'a göre, bu zekayı geliştirmek onyıllar da sürecek olsa, yapamayacağımızı söylememiz için hiçbir sebep yok. Shanahan'a göre, insan beyni, fiziğin ötesinde olan sihirli bir yapı değil. Bundan dolayı, tabii ki bizim yapabildiğimiz her şeyi yapabilen fiziksel bir varlık oluşturmamız da mümkündür.
Bunu oluşturmak için de düşünmeyen bilgisayar gücü geliştirmenin ötesine geçmemiz gerekiyor. University College London'dan Peter Bentley'e göre; bu aşamada yapı, doku ve bağlantılar oldukça önemli; ve henüz beynin yeniden üretilebilmesini sağlayacak detaylı bir beyin şablonuna da sahip değiliz. Fakat, 2013 yılında duyurulan ve 10 yıl sürecek Avrupa Birliği destekli Human Brain Project bu konu üzerinde çalışıyor.
Bir taraftan da daha basit beyinlerin hali hazırda simüle edildiğini belirtmekte fayda var. OpenWorm olarak adlandırılan projede, küçük iplikkurdu kurtçuğu olan Caenorhabditis elegans'ın yapay versiyonun son aşamasına gelindi. Bu kurtçuğun ilkel sinir sistemi 302 nöron içeriyor. Görece basit olan bu sinir sisteminin bütün hücreler ile olan bağlantısı ve bütün davranış repertuarı, haritalanıp simüle edilebiliyor.
Acaba bilim insanlarının bu çalışması bizi tamamen zeki ve gerçeğine benzeyen bir beyin simülasyonuna götürebilir mi? OpenWorm projesinden Stephen Larson bu çalışmanın, tamamen zeki bir yapay beyne giden yolda ilk adım olduğunu belirtiyor.
Fakat, zeki bir beynin kendi varlığını sorgulayacak düzeye gelmesi için geniş bir skalada duyuya ve etkileşim içerisinde olduğu bir çevreye ihtiyacı var. Günümüz teknolojileri ile henüz bunu başarmaktan uzaktayız. Bentley'in belirttiğine göre; yalnızca bir atomun etrafındaki elektron bulutunun hesaplamaları için bir süperbilgisayara ihtiyacımız var ve dünyamızdaki atom sayısını düşündüğünüzde, Dünya gibi biryerin simüle edilmesi için neredeyse sonsuz sayıda süperbilgisayara gereklilik var. İyi ki hedefimiz bizim yaşadığımız çevre ile tamamen aynı bir simülasyon yaratmak değil. Fakat, simüle canlıların içerisinde yaşayacağı daha küçük bir çevre geliştirmek mümkün olabilir. Hatta belki de yaratılan yeni dünyanın içerisine, fosiller gömülerek yapay zekalı canlıların bunların izini sürmesi bile sağlanabilir.
Aslında, Bentley'in belirttiğine göre bilgisayar yazılımlarının tamamen gerçekten uzak olduğunu düşünmek de yanlış. Yazılım elektron demetlerinden oluşur ─bir tip lepton─ ve bilgisayarınızın elektronikleri içerisinde belirli bir düzende hareket ederler. Peki insan nedir? Aynı şekilde belirli bir düzende hareket eden kuarklar ve leptonlar demetidir.
İnsan kendi yarattığı canlıların evreninde tanrı rolünü üstlenecek mi yoksa üstlenmeyecek mi, bunu zaman gösterecek. Fakat, bildiğimiz bir şey var ki; her ne olursa olsun insan oluşturmaya, üretmeye, geliştirmeye devam edecek.
Metaverse evren yaratma fikri ile mevcut yaşadığımız evrenin (exmetaverse) sonu getiriliyor olabilir. Yaşadığımız gelişmeler de bunlara işaret olabilir. (Pandemi, Deprem, vs. felaketler) Sonuç olarak belki de hepimiz bir yazılımın içinde olabiliriz.
Kaynaklar
https://popsci.com.tr/akil-almaz-kuantum-darwinizm-kurami-deneysel-testleri-gecti/
https://beyinsizler.net/kuantum-darwinizm-teorisi-aklinizi-basinizdan-alabilir/
https://indigodergisi.com/2013/08/bilinc-ruh-zihin-ve-ego/
https://bilimfili.com/insan-gelecekte-kendi-yarattigi-evrenin-tanrisi-olabilecek-mi
https://khosann.com/evreni-holografik-kuantum-bilinc-mi-olusturdu/
Yorumlar
Yorum Gönder